Adı:Veysel Soyadı:Şatıroğlu
Doğum
tarihi:1894
Yaşamı
Aşık Veysel (1894-1973)
Üçyüzonda gelmiş idim
cihana
Veysel Şatıroğlu, 1894te
Sivasın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya
geldi. Veyselin dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde
hemen birçok çocuğun yaşadığı olağan bir doğum biçimidir.
Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar için ilginçtir,
olağandışıdır. Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana,
Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında koyun sağmaya
giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veyseli.
Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye
köye dönmüştür.
Veysellere yörede
Şatıroğulları derler. Babası Karaca lakaplı, Ahmet
adında bir çiftçidir. Veyselin dünyaya geldiği sıralar,
çiçek hastalığı Sivas yöresini kasıp kavurmaktadır.
Veyselden önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden yaşamlarını
yitirmiştir.
Yedi yaşına girdiği 1901de
Sivasta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da yakalanır
bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: Çiçeğe yatmadan
evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok
seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim. Beni sevdi. O gün
çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir
daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi.
Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan
olacak, perde indi. O gün bu gündür dünya başıma zindan.
Bu düşmeden sonra Veyselin
belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken büyük bir
olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu eşi Gülizar
Ana şöyle anlatıyor: Bilinmez değilsin, renklerden yalnız
kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani
çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü. Kan görmüştü.
Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de
elleriyle bulur ve severdi.
Sağ gözünün görme şansı
varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar. Yalnız
yakınlardaki Akdağmağdeninde doktor varmış. Babasına
Çocuğu Akdağmadenine götür, orada gözünü açacak bir doktor
var demişler. Sevinmiş babası.
Ne var ki, olumsuzluklar
yakasını bırakmamış Veyselin. Bir gün inek sağarken babası
yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde
bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de
akıp gitmiş böylece.
Ali adında bir ağabeyisi ve
Elif adında bir kızkardeşi varmış Veyselin. Tüm aile çok
üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle
bacısı elinden tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar
Veyseli. Gittikçe içine kapanmaktadır Veysel.
Bağlamayla İlk Tanışması
Emlek yöresi olarak
adlandırılan Sivasın bu âşığı/ozanı bol diyarında,
Veyselin babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı
biriymiş. Veyselin dertlerini birazcık da olsa unutacağı
bir uğraş olsun diye bir saz verir eline. Halk ozanlarından
da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu.
Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu
Ahmetin evine uğrar, çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş
bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de sazını düzenler,
kırılan tellerini takarmış.
İlk bağlama derslerini
babasının arkadaşı olan Divriğinin köylerinden Çamışıhlı
Ali Ağadan (Âşık Alâ) almış. Kendini de iyice bağlamaya
vermiş; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başlamış.
Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar dünyasıyla Çamışıhlı
Ali tanıştırıyor daha çok Veyseli. Pir Sultan Abdal,
Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla
tanışıyor böylece.
Âşık Veyselin hayatında
ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi
Ali de cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla
yalnız kalmıştır. Harp patladıktan sonra Veyselin bütün
arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan da
mahrum...
Böylece münzevi olan ruhunda
ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık acısı,
sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık
küçük bahçesindeki armut ağacının altında yatıp kalkmakta,
geceleri ağaçların ta tepelerine çıkarak içindeki derdini
göklere ve karanlıklara bırakmaktadır.
O günlerini Aşık Veysel şöyle
anlatır Enver Gökçeye;
Eve girerim, yüzüm asık:
anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi, dokunmasın
diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense
derdimi dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi
oldum.Bunda biraz Anadoluda erkek oğlan olgusunun etkisi
varsa, daha çok Veyselin vatanseverliğinin, vatana olan
borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan şöyle
dizeleştirir bunu:
Ne yazık ki bana olmadı
kısmet
Düşmanı denize dökerken millet
Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet
Kılıç vurmak için düşman başına.
Bugünler müyesser olsaydı
bana
Minnet etmez idim bir kaşık kana
Mukadder harici gelmez meydana
Neler geldi bu Veyselin başına.
Veyselin annesi ve babası
seferberlik sonlarına doğru belki biz ölürüz ve kardeşi
Veysele bakamaz düşüncesiyle Veyseli Esma adında,
akrabalarından bir kızla evlendiriyorlar. Esmadan bir kız,
bir oğlu oluyor Veyselin. Oğlan çocuğu daha on günlükken
annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor... Veyselin acıları
bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste
gelmeye başlıyor.
1921in 24 Şubatında annesi
bir gün ondan onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu arada
bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de bir çok âşık gelip
gitmekte, Karacaoğlandan, Emrahtan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli
gibi saz şairlerinden çalıp söylemektedirler.
Köy odalarındaki bu âşık
fasıllarından Veysel de geri kalmamaktadır.
Ağabeysi Alinin bir kız
çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir azap
(hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veyselin
bağrında açılacak başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün
Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken,
Veyselin ilk eşi olan Esmayı kandırarak kaçırıyor bu
yanaşma. Veyselin acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor
böylece.
Karısı bir başına bırakıp
gittiğinde Veyselin kucağında henüz altı aylık kızı varmış.
İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da
yaşamamış.
Bir şiirinde dile getirdiği
gibi:
Talih çile kadar sözü bir
etmiş,
Her nereye gitsem gezer peşimde.
O artık alemden, bu diyardan
uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti içindedir. 1928de
en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adanaya gitmeye karar
veriyorlar. Fakat Sivasın Karaçayır köyünde Deli Süleyman
isminde birisi âşığı bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor.
Veyseli dinleyelim:
Bu adam, saz çalarım dinler,
söze başlarım keser. Gideyim derim, ah kivra, çoluk çocuk
ağlaşıyor, gel gitme diye elime ayağıma düşer. Nihayet
dayanamadım, gitmiyorum vesselâm diye bu seyahatten
vazgeçtim.
Veyselin köyünden ilk
ayrılışı şöyledir:
Zaranın Barzan Baleni
köyünden Kasım adında birisi Veyseli köyüne götürerek iki
üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini Adanaya göndermeyen
Deli Süleyman, Sivaslı Kalaycı Hüseyin, Veysele yol
arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafikin Yalıncak
köyüne ve Zaranın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir
saz alıyor; Sivastan Sivrialana dönerlerken arkadaşları
bir üç kağıtçı grubuna yakalanarak bütün paralarını
kaybediyorlar. Arkadaşları Veyselin 9 lirasını da alarak
kumara veriyorlar. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra
Hafikin Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla
evleniyor.
1931 yılında Sivas Lisesi
edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları
Halk Şairlerini Koruma Derneğini kuruyorlar. Ve 5 Aralık
1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramını
düzenliyorlar. Böylece Veyselin yaşamında önemli bir dönüm
noktası işlemeye başlıyor. Denebilir ki, Veysel için A.Kutsi
Tecerle tanışması hayatında yeni bir başlangıcı
işaretliyor.
1933e kadar usta
ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyetin
onuncu yıldönümünde Amet Kutsi Tecerin direktifleriyle
bütün halk ozanları cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine
şiirler düzmüşler. Bunlar arasında Veysel de var.
Veyselin günışığına çıkan
ilk şiiri böylece Atatürktür Türkiyenin ihyası...
dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı,
Veyselin de köyünden dışarıya çıkması oluyor.
O zaman Sivrialanın bağlı
olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veyselin bu
destanını çok beğeniyor, Ankaraya gönderelim diye
istiyor.
Veysel de Ataya ben
giderim diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola
düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki
arı gönül, bu iki insan örneği, üç ay yol çiğneyerek
Ankaraya geliyorlar. Veysel Ankarada konuksever
tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor. Destanı
Atatürke getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı
Atatürke okumak kısmet olmuyor.
Eşi Gülizar Ana: Ataya
gidemediğine bir, askere gidemediğine iki; yanardı ki o
kadar olur... diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus)
basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç
gün boyunca yayınlanıyor.
Bundan sonra da bütün yurdu
dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başlıyor,
seviliyor, saygı görüyor.
O günleri şöyle anlatıyor:
Köyden çıktık. Yaya olarak
Yozgat köylerinden Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda
Ankaraya gelebildik. Otele gitsek para yok. Nere gidek?
Nasıl Edek? diye düşünüyoruz.
Dediler ki: Burada Erzurumlu
bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir. O zamanlar
Dağardı diyorlardı, (şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev
yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya. Adamcağız hakikaten
misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankarada, şimdiki
gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla
görülüyor.
At arabaları olan, Hasan
Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü.
Kırkbeş gün Hasan Efendinin evinde kaldık. Gideriz,
gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi, yatağımızı, herşeyimizi
sağlar.
Dedim ki: -Hasan Efendi biz
buraya gezmek için gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu,
Gazi Mustafa Kemale duyurmak istiyoruz! Nasıl ederiz? Ne
yaparız?
Dedi ki: Vallahi ben böyle
işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili var. Adı
Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek.
Belki size o yardımcı olabilir.
Gittik Mustafa Beye
derdimizi anlattık. Öyle böyle bir destanımız var. Gazi
Mustafa Kemale duyurmak istiyoruz. Bize yardım et! dedik.
Dedi ki: Amaan! Şimdi şaire
falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın çağırın. Geçin
gidin! Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız,
Mustafa Kemale!
Milletvekili Mustafa Bey,
okuyun da bir dinleyeyim bakayım dedi. Okuduk dinledi. O
zamanlar Ankarada çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesiyle
konuşacağını söyledi. Yarın bana gelin! dedi.
Gittik. Ben karışmam dedi.
Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. Ne yapsak?
diye düşünüyoruz. Sonunda, Matbaaya biz gidelim dedik.
Saza, tel alıp takmak eski telleri yenilemek de gerekti.
Ulus Meydanındaki çarşıya, o
zamanlar Karaoğlan Çarşısı diyorlardı. Saz teli almak için
Karaoğlan Çarşısına yürüdük.
Ayağımızda çarık. Bacağımızda
şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir kuşak.!
Efendim polis geldi:
-Girmeyin dedi. Çarşıya girmek yasak! Bizi tel
alacağımız çarşıya sokmadı.
Polis: Yasak diyoruz. Siz
yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa
girmeyin! diye diretti.
Peki girmeyelim dedik.
Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam geldi,
arkadaşım İbrahime çıkıştı. Kafadan gayri müsellah mısın?
Girmeyin diyorum. Beynini patlatırım senin! diye çıkıştı.
Beyefendi biz dinlemiyoruz!
Biz çarşıdan saz teli alacağız! dedik. O zaman polis,
İbrahime: Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git
telini al! Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık.
Ama sabahleyin çarşıdan da geçemiyoruz. Sonunda matbaayı
bulduk.Ne istiyorsunuz? dedi müdür.
Bir destanımız var. Gazeteye
vereceğiz! dedik.
Çalın bakayım; bir
dinleyeyim! dedi. Çaldık dinledi!
Ooo! Çok iyi dedi. Çok
güzel. Yazdılar.
Yarın gazetede çıkar dediler. Gelin de gazete alın!
Orada bize telif hakkı olarak biraz da para verdiler.
Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık. Çarşıya çıktık.
Polisler:
Oooo! Âşık Veysel siz
misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!
dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman
gezdik. Fakat yine Mustafa Kemalden ses yok.
Dedik: Bu iş olmayacak.
Amma Hakimiyet-i Milliye Gazetesinde destanımı üç gün
birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa Kemalden yine ses
çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol
paramız da yok. Ankarada bir avukatla tanışmıştık.
Avukat: Ben belediye
başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız
gönderir!... dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye
gittik. Orada bize dediler ki: Siz sanatkâr adamsınız.
Nasıl geldinizse öyle gidersiniz!
Döndük avukata geldik. Ne
yaptınız?dedi. Anlattık. Durun bir de valiye yazalım!
dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi imzalayıp
yine Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize:
Yok! dedi. Paramız yok! Sizi gönderemeyiz! dedi.
Avukat içerledi ve kahretti:
Gidin! İşinize gidin! dedi. Ankara Belediyesinin sizin
için parası yokmuş; tükenmiş! dedi. Acıdım avukata.
Nasıl edelim? Ne edelim?
derken bir de Halkevine uğrayalım bakalım. Belki oradan
bir şey çıkar diye düşündük. Mustafa Kemale gidemiyok.
Halkevine gidek.
Bu defa,
Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada
dinelip duruyorduk.
İçeriden bir adam çıktı: Ne
geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz? diye sordu.
Halkevine gireceğiz ama
bırakmıyorlar! diye cevap verdik.
Bırakın! bu adamlar,
tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu! dedi.
O içeriden çıkan adam, bizi
edebiyat şubesi müdürüne gönderdi.
Orada: Ooo! Buyurun!
Buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış.
Şube müdürü onları çağırdı: Gelin halk şairleri var,
dinleyin. dedi.
Eski milletvekillerinden
Necib Ali Bey: Yahu dedi bunlar fakir adamlar. Bunlara
bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü
de Halkevinde bir konser versinler!
Hakikaten bize, birer takım
elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara Halkevinde bir
konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular.
Ankaradan köyümüze işte o parayla döndük.
Plağa okuduğu ilk türkü ise,
Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık İzzetinin:
Mecnunum, Leylamı gördüm
Bir kerrece baktı geçti.
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti
Soramadım bir çift sözü
Ay mıydı gün müydü, yüzü
Sandım ki zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti.
Ateşinden duramadım
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti.
Bilmem hangi burç yıldızı
Bu dertler yareler bizi
Gamzen oku bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti..
İzzetî, bu ne hikmet iş
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş,
Yar bonuma taktı geçti. şiiridir.
Köy Enstitülerinin
kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecerin
katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler,
Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitülerinde saz
öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiyenin kültür
yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma
olanağı buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor.
1965 yılında Türkiye Büyük
Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysele, Anadilimize
ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü 500 lira
aylık bağlanmıştır.
21 Mart 1973 günü, sabaha
karşı saat 3.30da doğduğu köy olan Sivrialanda, şimdi
adına müze olarak düzenlenen evde Hâk'a yürüdü.
Âşık Veyselin yaşamını
özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkanın şu betimlemesi en
güzel cümleleri oluşturur: Kızılırmak soru işaretine
benzer, Zaradan doğar, Hafik ve Şarkışladan sonra Sivas
topraklarını terkeder. Bir yay çizip Kayseriyi, Nevşehiri,
Kırşehiri, Ankarayı ve Çorumu sular, Samsunun Bafra
ilçesinde denize dökülür,
Âşık Veyselin yaşam öyküsü
Kızılırmak gibidir. Bir ucu Bafradadır, bir ucu da Zarada.
Bafraya dek uzanan acılı bir yaşam Zaranın doğusundaki
Kızıldağın gür sularıyla beslenip sona erer.
Sanatı ve Dünya Görüşü
Hem yaslandığı köy / kasaba
kültürünün etkisi hem de çağdaş anlamda bir eğitim
olanağından yararlanamamanın getirdiği doğal sonuçla, köy /
kırsal kesiminin kaderci dünya görüşü onda da egemendir.
Bunları söylerken, Veyselin içerisinde bulunduğu ruh
halinin de değerlendirilmesinden yanayım. Kuşkusuz, çocukluk
ve gençlik yıllarında yaşadığı bir yığın olumsuz etkinin,
yaşama bakışını, onu nasıl bir küskünlüğe ittiğini görmezden
gelemeyiz.
Bir sanatçının dünya görüşünü
elbette, yaşadığı sosyal çevre belirler. Bunu biraz daha
somutlaştırırsak, içerisinde yaşadığı maddi yaşam koşulları
belirler. Âşık Veyselin yaşadığı sosyal çevre, köy ile
kasaba kültüren sahip, ekonomik anlamda tarıma dayalı,
kapitalizm öncesi üretim biçimleri egemen, sanayileşme
sıfır... Bir de ekonomik yapının paralelinde, eğitim-öğretim
gibi etkenlerin düşüklüğü, savaştan yeni çıkmış bir toplumun
ekonomik ezikliği eklenip, çiçekten telef olan insanların
coğrafyası düşünülürse, Veyseli biçimlendiren sosyal çevre
çok kolay anlaşılır.
Bir de toplumsal / sosyal
çevrenin yazılı kültürden uzaklığı, bütün edebi / sanatsal
birikimini sözlü kültürüyle oluşturduğu gerçeği gözardı
edilmezse, bu koşullar içerisindeki sanatçı tipinin
anlaşılması daha kolay olur. Bu sosyal çevreye, üstüne
üstlük bir de göz gibi bir organını yitirmiş insanın fiziki
eksikliği eklenirse Veyseli anlamak, şiirlerini de yerli
yerine oturtmak daha kolay olur.
Gözlerinin görmeyişi, onu
bütünüyle etkilemiştir.
Öyle ki:
Kuş olsan da
kurtulmazdın elimden
Eğer görsem idi göz ile seni
Derken Âşık Veyselin bu
anlamda duyduğu hasretin ne kadar derin olduğu kolaylıkla
anlaşılır.
Adnan Binyazar, Veyseldeki
görme eksikliğini, onun dizeleriyle yorumlarken bala tuz
katılmıştır diye vurguluyor.
Gerçi Âşık Veysel çoğu kere
olumsuzluklardan feleği suçlu bulup, sebebi orada ararken;
öte yandan okul gibi, fabrika gibi, hastane gibi hayatta
somut işlerliği olan atılımların, pozitif unsurların şiirini
de yazar.
Bu bakımdan ondaki feleğe
yaslanmayı, kaderciliği bilimin karşısında bir kadercilik,
körükörüne bir saplantı olarak algılamamak gerekir.
Dünya tebdil oldu durum
değişti,
Kimi aya gider kimi cennete
derken, onun bilimsel
gelişmelere kulak kabartırken, karşılaştırma yaptığı
etkenleri de değerlendirme bakımından ciddi bir perspektif
oluşturduğunu görürüz, ay ve cennet kavramlarını bir
bakıma iki değişik inanma biçimi anlamında kullanıyor o.
Sonra bir başka şiirinde:
Dünyanın en zengin
aklını gördüm
Sermayesin sordum dedi ki okul.
İnsanlara hizmet yaptığın yardım,
Merhametin duygum dedi ki okul.
diyor.
Bu ve bu türden başka
örnekler, Âşık Veyseldeki tanrı / felek gibi doğaötesi
kavramların bir bağnazlık ya da tek çareymiş gibi
gösterilmediğini belirtiyor. Bu bakımdan onda
herhangi bir katılık
göremeyiz. Esnektir, hoşgörüdür.
Zaman zaman umutsuzluk ve
hiçlik duygusuna kapılsa da Veysel, büsbütün yaşama
sarılmayı elden bırakmaz. Yaşamı anlama ve anlamlandırma
çabası sürekli ağır basar. Ayrıca ahiret kavramı da ondan
derin değildir.
Âşık Veyselin belirgin bir
felsefesi var mıydı?
sorusuna Ruhi Su şu yanıtı
veriyor: Felsefe sözcüğü ile toplumun içinde Veyselin
önerdiği ya da benimsediği bir düşünce biçimi var mıydı diye
soruyorsanız, vardı elbet. Bütün iyi niyetli, babacan
insanlarımız gibi, o da çalışmayı öğütlerdi. Yerine göre,
geleneklerimize bağlı kalmayı önerdiği de olurdu. Kendi
inancı sevgiye, hoşgörüye ve insanın yaratıcı gücüne dayanan
bir inançtı, ama toplumdaki gelişmeler hakkında ne düşündüğü
sorulduğu zaman, ne söylemesini istediklerini sezecek kadar
da akıllıydı.
Veyselin bir özelliği de şu:
Dinî şekilciliğin baskısına
dayanmaması onu kırmaya çalışması, Allah ile samimi, senli
benli olması. Daha doğrusu Bektaşi geleneğine bağlılığı...
Tanrıya hitap şiirinde olduğu gibi:
Kainatı sen yarattın
Her şeyi yoktan var ettin
Beni çıplak dışar attın
Cömertliğin nerde senin.
Nejat Birdoğan, Kimi
şiirinde Veyseli düşünce olarak coşkulu, ozan olarak henüz
yetersiz buluruz. Aslında bu tür şiirlerinin daha
sonrakilerinde bile bir ozandan çok bir toplum eğitmeni
Veyseli görürüz.
Bu çalışmalarında Veysel
cumhuriyetin korunmasında ve ulus bütünlüğüne yardımcı
olarak şiiri bir araç gibi görür. Davranışlarında da
böyledir. Düşünce olarak tertemiz bir adamın eylemlerinde de
namuslu, çalışkan olduğu ve özellikle doğru tanılara
başvurduğu gözlenir.
Kızılırmak üzerinde Kaplan Deresi Köprüsünü köy köy dolaşıp
para toplayarak yaptırması ondaki bu sorumluluğun bir
göstergesidir.
Ama bize kalırsa Veyselden
en olgun şiirler insanı ve insanla ilgili öğeleri konu alan
şiirlerdir. Bu deyişlerde Veysel, insanın kaynağından
başlayarak bir gövdede canlanmasını, bu süre içerisinde
nasıl çalışması, nasıl davranması gerektiğini ve bu yolun
sonunda gene kaynağına dönmesini anlatır. Bir başka tanımla
tasavvuf ozanı Veysel vardır bu deyişlerde. Bağlı olduğu
inancın ıssız bir Anadolu köyünde kendisine aşıladığı bu
duygular, Veyselde gönül gözü ile geliştirilmiş, Veysel
Aleviliğin büyük sırrını gönlünde çözmüştür. diye
değerlendirmektedir.
Batıl inançlara, çağdışı
tutuma karşı olan Veysel, bu konuda da oldukça duyarlıdır.
Devri Cumhuriyet asırı
yirmi
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş.
Dünya ayaklanmış aya gidiyor
Uyan bu gafletten uyuma yurttaş
Bu şiiri bile tek başına
yukarıda onun hakkında vurguladığım belirlemeleri
aydınlatacak niteliktedir. Görüldüğü üzere, o toplumdaki
değer yargılarını hayatın somut gerçekleriyle
örneklendirerek eleştiriyor. Taraf oluyor burada Veysel.
Bilimden yana, aydınlıktan yana, gelişmeden, somut
gerçeklerden yana taraf oluyor. Bırak saröküzün varsın
yayılsın derken, Dünyanın sarı öküzün boynuzları üzerinde
durduğu inancıyla alay ediyor. Gözlerine set çekme diyor.
Sonra, Tanrıyı insanlaştırıyor, Allahın varlığı mevcut
insanda diyor.
Ancak, temel görüşlerine,
açısına bakacak olursak, Veysel, bir toplumcu bilinç
açısıyla, bilinçli bir toplumcu ozan açısıyla yanaşmamıştır
bu konuya. Veysel kendisine doğal gelen bu ayrıcalıkları
Tanrıya, kadere ve doğal gibi gördüğü birtakım güçlere
atfetmiştir. Karşısına aldığı toplumsal düzen değil, doğal
düzendir.
Onun sanatı var olanı öven,
mevcuda kanaat eden romantik sanattır türünden
vurgulamalarla Veyseli dar çerçevede ele almanın,
kestirmeden yargıda bulunmanın ne Âşık Veyseli anlamaya
katkısı olacaktır, ne de bu vurgulamayı yapan
araştırmacılarda gözlendiği üzere, geleneği ve geleneği
sürdürenlerin çok yetkin oldukları savını kanıtlamaya.
Oysa Âşık Veysel, yaşamıyla,
yaptıklarıyla, şiirleriyle vardır. Değerlendirmelerimizi bu
somut gerçeklikten hareket ederek yaparsak, anlamlı bir
katkıda bulunmuş olabiliriz.
Yukarıdaki vurgulamalarda da
değindiğim gibi, Âşık Veysel içerisinde bulunduğu kültürel
ortam açısından köy-kasaba mekânında yetişmiş, bu çevrenin
değerleriyle örgütlenmiş bir sosyal düzenin insanıdır.
Köylülüğün getirdiği tipik
bir özellik de, tutarsızlıktır. Onun içerisinden çıktığı
kültürün terimiyle söylersek vefasızlık onda da görülür.
Özellikle, onun gelişmesinde, tanınmasında, sesinin ve
sözünün yaygınlaşmasında büyük katkısı olan Halkevleri, Köy
Enstitüleri gibi kurumlara karşı Veysel, yaşadıkları sürece
sahip çıkmış, övgüler dizmiştir, ama onlar kapatılınca pek
oralı olmamış, tepki göstermemiştir. En büyük zaafı da
budur.
Gelenek ve Âşık Veysel
Bütün halklar da olduğu gibi,
Türklerin de en eski sanat ürünleri büyüsel törenlerden
kaynaklanmaktadır.
Türk Edebiyatı tarihine ilişkin
mükemmel denebilecek kaynakların bulunmayışı, biraz geniş
bir alana yayılmalarından ve hareket halinde olmalarından
kaynaklanıyorsa da, biraz da yazılı edebiyatının çok geç
tarihlerde oluşmaya başlamasından ileri gelmektedir.
Hatta, Türk Edebiyatı ve
tarihine ilişkin en eski belgeleri de Çin kaynaklarından
öğreniyor olmamız da bunu açıkça gösteriyor. En eski Türk
şairleri Tonguzların Şaman, Mogol ve Boryatların Bo veya
Bugue, Yakutların Oyun (Ouioun), Altay Türklerinin Kam,
Samoitlerin Tadibei, Finovaların Tietoejoe, yani bakıcı,
Kırgızların Baksı-Bakşı, Oğuzların Ozan dedikleri
sahir-şairlerdir. Sihirbazlık, rakkaslık, mûsikişinâsilik,
hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu
adamların, halk arasında büyük bir yer ve ehemmiyetleri
vardı.
Muhtelif zaman ve mekanlarda
bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri,
kullandıkları mûsiki aletleri, yaptıkları işlerin şekli
tabiî değişiyor; fakat semadaki mabutlara kurban sunmak,
ölünün ruhunu yerin dibine göndermek, fenalıklar,
hastalıklar ve ölümler gibi fena cinler tarafından gelen
işleri önlemek, hastalıkları tedavi eylemek, bazı ölülerin
ruhlarını semaya yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi
muhtelif vazifeler hep ona aittir.
Bütün bu muhtelif işler için
tabiî muhtelif ayinler vardı. Bunların bir kısmı
unutulmakla, yahut şekil değiştirmekle beraber, bir kısmı
hâlâ Kırgızlarda, Altaylarda, Kazaklarda yaşamaktadır.
Şaman yahut baksı, bu ayinlerde istiğrak hâline gelerek
birtakım şiirler okur ve onları kendi mûsiki aletiyle çalar,
beste ile beraber olan ve sihirli bir mâhiyeti haiz sayılan
bu güfteler, Türk şiirinin en eski şeklini teşkil
etmektedir.
Bu ayinlerde kullanılan müzik
aletlerinden biri davulsa, kuşkusuz diğeri de kopuzdur.
Abdülkadir İnan XI. yüzyıl tarihçilerinden Gardiziye
dayanarak, Eski Yenisey Kırgızlarının şaman ayinlerinde saz
çaldıklarını belirtir. Abdülkadir İnan Bugünkü Kırgız Kazak
baksıları kopuz kullanırlar.
Eski Oğuzlarda, İslamdan
sonra, şamanizm geleneklerini devam ettiren ozanlar kopuzu
mübarek saymışlardır. Dede Korkut her hikayede kopuzu ile
meydana çıkıyor, ad verirken, dua (alkış) ederken hep kopuz
çalıyor; Oğuz kahramanı kopuzun sesinden kuvvet alarak
mücadelede galip oluyor. der.
Bizim ozanlarımızın
çaldıkları çalgının bu ayinlerde kullanıldığını gösteren
kanıtlar fazlasıyla vardır. XIV-XV. yüzyıllardan yazıya
geçirildiği sanılan, Dede Korkut Hikayelerinde de kopuza
ilişkin kutsal davranışların varlığını görüyoruz. Uşun Koca
Oğlu Segrek Boyu adlı hikayede: -Bre kâfir, Dedem
Korkutun kopuzunun hürmetine (adına), çalmadım! dedi, eğer
elinde kopuz olmasaydı, ağamın başı için, seni iki parça
kılardım! Çekti kopuzu elinden aldı. diye geçmektedir.
Bütün ilkel topluluklarda
görüldüğü üzere, eski Türk topluluklarında da ozan ya da
kam, baksı gibi adlarla anılan bu kişilikler, söz söylemeye,
saz / kopuz / davul çalma gibi yeteneklerin yanısıra,
büyücülük, hekimlik vb. çeşitli görevleri de üzerlerinde
toplamışlardır. Bu bakımdan da toplum üzerinde oldukça
etkindirler.
İş bölümünün yaygınlaşması
ozan, kam, baksı gibi toplumun ileri gelen ve birçok işi
birarada yürüten bu kişiliklerini de değiştirmiş, dinsel
törenler için din adamları, sağaltım için hekim, vb.
meslekler gelişmiştir.
İslamiyetin kabulü ile
terkedildiği düşünülen Ozan-Baksı geleneğinin, beş asır
sonra birdenbire İslami biçimde ortaya çıkması kanaatimizce
mümkün değildir. diyen Prof. Dr. Umay Günay, bunu şöyle
açıklıyor: Bu edebiyatın geçiş devri ile ilgili örneklerin
şimdiye kadar tespit edilememiş olması şansızlıktır.
İslamiyetin kabulünden sonra
yeni bir yurt edinme gayreti ve mücadelesi içinde olan
Türklerin bu dönemde yeni dini benimseme ve yayma çabası ile
bugün Tekke Edebiyatı adı ile anılan tarzda eser vermeleri
ve bunlara daha çok itibar etmeleri makul bir düşüncedir.
Ancak unutulmamalıdır ki bu konudaki ilk eserlerde Arap-Fars
edebiyatından daha sonraki yüzyıllarda alınan nazım
şekilleri ve nazım unsurları ile değil, milli nazım
şekillerimiz ve unsurlarımız dahilinde meydana
getirilmiştir.
Ozan-baksı geleneği ile bu
arada bir ölçüde Tekke tarzında tesirli olurken diğer
taraftan yok olmama çabası göstermiş ve kendi kural ve
kalıplarını daima sahip olduğu bir esnekliği kullanarak yeni
şartlara uydurmuştur.
XV. yüzyılda yazıya
geçirildiği XI-XII. yüzyıllarda teşekkül ettiği kabul edilen
Dede Korkut hikayelerindeki ozan tipi ve şiir icra geleneği
ayrıca hikaye kahramanlarının zaman zaman karşılaştıkları
olayları ve duygularını anlatmak için sazlarını ellerine
alarak deyişler söylemeleri XVI. asırdan günümüze kadar
izlediğimiz Âşık Edebiyatından farklı değildir.
Ozan-Baksı geleneğinin
hususiyetlerinden olan büyücülük, hekimlik, din adamlığı
gibi hususiyetler İslamiyetten sonra terkedilmiştir.
Âşıklar eğitimciliği ve sanat temsilciliğini üstlenmiştir.
Âşık olarak adlandırılan
sanatçı tipi, şiir, nazım ve düz yazı karışımı bir öykü
çeşidinin yaratıcısı olarak tanımlanmakta. Boratav: ... Bir
yönüyle eski destan (épopé) geleneği sürdüren, ama başka bir
yönüyle, adının da belirttiği gibi sevda şiirleri (lirik
türden şiirler) söylemekle görevlenmiş bir sanatçıdır.
Onun yaratıcılığı irtical
iledir: Şiiri yazmaz, söyler. Onda şiir müzikten ayrılmaz;
demek ki sadece söylemez, çalar ve çağırır. Âşıklar düz
konuşma biçiminde söylemekle şiir söylemeyi dilden söylemek
ve telden söylemek deyimleriyle ayırırlar; bununla Âşıkın
şiirini söylerken sözlere eşlik eden müzik aracının, sazın,
Âşıkın şiirlerinden ayrılmaz bir öğe olduğu anlatılmak
istenir. diyor ve ekliyor:
Demek ki Âşık şiiri sözlü
gelenekte oluşan ve gelişen bir sanattır; müzikten ayrı
düşünülmeyeceği, bir kerteye kadar seyirlik-dramatik
öğeleri olan katışık bir anlatı sanatını kapsar.
Âşık Veyseli bu gelenek
içerisinde düşündüğümüzde, Âşık Edebiyatında gördüğümüz ve
giderek bir Âşık Edebiyatı esası olan bade içme / buta alma
kavramının onda görülmediğini, usta-çırak iliş
|