|
DİN,
LAİKLİK, ŞERİATÇILIK VE SINIFLAR MÜCADELESİ*
Kemalizmin gözden düşmesi ve Türk-İslam Sentezi'nin devlet
ideolojisi katına yükselmesinden beri laiklik, sadece Kemalist
çevrelerin ve sosyal demokratların nostaljisi olarak gündeme
geliyordu.
Gerçi Uğur Mumcu'nun öldürülmesi ve Sivas Katliamı sonrasında,
sokağa dökülen yığınlar; şeriatçılığı, gericiliği lanetlerken, biraz
da dil alışkanlığı ile laikliği savunan sloganlar da haykırmışlardı.
Ama yığınlar, özellikle de devrimci demokrat kesimler; aşınmış
laiklik kavramıyla, devletin her kademesinde örgütlenmiş ve doğrudan
devlet tarafından da desteklenen şeriatçı gelişme ile başa
çıkılamayacağını fark ediyorlar; bu yüzden de Kemalistlerin "laiklik"
vurgusuna fazla itibar etmiyor, saldırılar karşısına, doğrudan
demokrasi ve özgürlük sloganlarıyla çıkıyorlardı.
Kemalizm ve onun bir ilkesi olarak laiklik, Türkiye'de, dünden
bugüne, başlıca iki kurum tarafından taşınmıştı; birincisi ordu,
ikincisi ise CHP tarafından. Ama bu, hiç de öyle kolayca olmadı.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti, daha ilk Meclis'ten itibaren, başlıca
olarak, dinci ve şeriatçı akımlarla savaşmak zorunda kaldı.
İlk Meclis'teki dinciler, prensip olarak, bir kurtuluş savaşından
yanaydı; ama bu savaşın halifenin de başında olduğu bir "Cihat"
olması gerektiğini savunuyorlardı. Kemalistler de, bu yıllarda,
padişahlığı ve halifeliği ortadan kaldırmaktan söz etmiyor, tersine
Halife'yi düşmana tutsak düşmüş göstererek, kendilerini Halife'nin
de kurtarıcısı olarak tanıtmaya özen gösteriyorlardı. Bu söyleme
karşın, Kemalistlerin bir cumhuriyet peşinde olduğunu sezinleyen
dinci-padişahçı kesimle Kemalistler her vesileyle karşı karşıya
geldi. Bazen bu zıtlık, kopma noktasına kadar geldiyse de,
karşılıklı verilen tavizlerle "barış", 1924'te Halifeliğin
kaldırılmasına kadar sürdü. Halifeliğin kaldırılmasına ilişkin yasa,
ancak Mustafa Kemal'in bizzat, "Ya bu yasa çıkar ya da pek çok kelle
uçar" tehditiyle Meclis'ten geçti. Arkasından İstiklâl Marşı'nın
yazarı M. Akif Ersoy'un da içinde olduğu pek çok ünlü sima, "yurtdışına"
sürgüne gönderildi. Kazım Karabekir gibi, ordu ve sivil bürokrasi
içinde gücü olanlarsa enterne edilerek "yurtiçinde" muhafaza edildi.
Denilebilir ki; cumhuriyetin ilk 20 yılı boyunca, Kemalistler,
iktidarlarını elde tutabilmek için başlıca,
şeriatçı-Halifeci-Padişahçı güçlere karşı savaşmak zorunda kaldılar.
Tekkeler, zaviyeler, tarikatlar kapatıldı. Din, doğrudan devlet
denetimi altına alındı ve eskiden padişah adına okunan Hutbe,
Mustafa Kemal adına, devletin sansüründen geçen metinler olarak
okunmaya başlandı. Devletin çizdiği sınırlar dışına çıkan her türden
dinsel eylem ağır bir biçimde cezalandırıldı. "Kubilay Vakası",
"İzmir Suikastı", "Cumhuriyetçi Fırka Olayı" gibi her olay ve
vesileyle dinci, şeriatçı eğilimlere gözdağı verildi.
Ne var ki; 2. Dünya Savaşı sonrasında, soğuk savaş yıllarında
ABD'nin, "kızıl komünizmi yeşil kuşakla çevirme" stratejisine bağlı
olarak Kemalizm, toplumun tek ideolojisi olmaktan çıkmıştı. Gerçi
resmi söylemde "Atatürkçülük" uzun zaman, daha doğrusu hiçbir zaman,
dilden düşmedi, ama üstündeki baskı kalktığı için, zaten geniş
yığınlar içinde etkisini hiç yitirmemiş olan İslamcı ideoloji,
büyüklü küçüklü partiler şahsında legalize olup, etkinliğini devlet
katlarında duyurmaya başladı. Nitekim, "çok partili"liğe geçiş için
ikinci girişim olan DP, 1946 ve 1950 seçimlerinde İslamcı motifi
ihtiyatlı ama ustaca kullanarak sinmiş ama yok olmamış tarikatlara
dayanarak kırsal alanda, köylülük içinde çok hızlı bir biçimde
örgütlenmişti. DP iktidarı boyunca da tarikatlar hem yaygınlaştı hem
de tolumsal-siyasal etkinliklerini artırdılar. Politikacılar ve
devlet el altından tarikat örgütlenmelerini destekleyip, onların
etkilediği yığınları kolayca kendi oy depoları haline getirdiler.
Özellikle, cumhuriyetin ilk yıllarında sinmiş bulunan İslamcı "bilim"
adamları, üniversitelerde yavaş ama sistemli bir faaliyet içindeydi
ve bunlar bir yandan ardıllarını yetiştirirken, öte yandan sonradan
devlet bürokrasisi içinde ve politik arenada rol oynayacak İslamcı
bir çevreyi de eğitip örgütlemişlerdi.
'60'lı ve '70'li yıllar; dinci şeriatçı akımların, çeşitli sağcı
siyasi partilerin yanı sıra Komünizmle Mücadele Dernekleri, "toplu
namazlar", devlet ve polisle işbirliği içinde kurulmuş ya da ele
geçirilmiş gençlik dernekleri, ülkü ocakları vb. biçiminde
örgütlendiği yıllar oldu.
Sayısız dinci yayın ve örgüt, piyasayı kapladı. Sınırsız mali
olanaklarla desteklenen bu çevreler, özellikle devrimci
antiemperyalist hareketin gelişmesine paralel olarak polis ve MİT
tarafından organize edilip kullanılan merkezler haline geldiler.
Nitekim, aynı yıllarda yeni ve hızlı bir gelişme seyri izleyen
devrimci demokratik mücadele ve işçi sınıfı hareketine karşı ilk
saldırılar bu dinci-şeriatçı örgütlerden geldi. Dinciler, bütün
Hıristiyan karşıtı propagandalarına karşın, 6. Filo'ya karşı
yürütülen gençlik ve işçi gösterilerine saldırdılar. Sayısız
devrimciyi öldürüp yaraladılar. Devrimci harekete karşı silahlı
saldırılar için ülkücü-faşist gruplar örgütleninceye kadar -ki, bu
ancak 12 Mart Darbesi sonrasında gerçekleşti- şeriatçı dinci
örgütler devrimcilere, silahlı ve kitlesel saldırılarda ön saflarda
bulundular. Ancak, bu alanda, MHP'li faşistlerle yarışamayacaklarını
anladıktan sonra taktik değiştirerek, MSP'nin çatısı altında ya da
onunla paralel örgütenmeler içinde, kitleselleşmeye yönelik bir
eylem çizgisine çekildiler.
Öte yandan Ecevit'in CHP Genel Başkanı olmasıyla bu parti, yeni bir
Kemalizm ve laiklik yorumu yaptı. 1920'li yıllardan beri dine ve
dini çevrelere "soğuk" duran CHP, Ecevit'le birlikte, "halkın
inançlarına saygı" ve "nüfusun yüzde 99'unun Müslüman olması" adına
dini çevrelere taviz politikasını benimsedi. Atatürk'ün anladığı
anlamda laiklik savunucusu tek kurum, ordu kalmış görünüyordu. Ama
bu da sadece görünüşten ibaretti. Gerçi ordu içinde radikal,
tarikatçı İslami çevrelere karşı bir tepki vardı, ama ılımlı bir
İslami düşünce, özellikle üst kademelerde, giderek hoş görülür bir
gelişme olarak değerlendiriliyordu.
Özellikle devrimci mücadelenin gelişmesine paralel olarak, ordu üst
kademelerinde ve devlet katlarında sivil faşist ve dinci çevrelerin
etkinliği arttı. Artık ABD, Ortadoğu ülkeleri ve SB'nin bu ülkelerde
etkisine karşı "ılımlı İslam"ı öneriyordu. '70'li yıllarda ise;
açıkça, Türkiye'nin de bir İslam ülkesi olarak bu politikayı
benimsemesini öğütlüyordu. Nitekim, 12 Martçıların kapattığı MNP'nin
Genel Başkanı Necmettin Erbakan, kaçak bulunduğu İsviçre'den bizzat
Genelkurmay'ın isteği doğrultusunda getirildi ve MSP kuruldu. Ve
yine askerlerin "rızasıyla", Erbakan, Ecevit hükümetine koalisyon
ortağı olarak katıldı. Ve Kemalistler, "laik CHP'nin nasıl olup da
antilaik MSP ile koalisyon kurduğuna" şaşıp şaşıp kaldılar.
Öte yandan "aydın imam" yetiştirilmek üzere kurulmuş imam hatip
okulları hızla çoğaldı. Dahası bu okullar lise muadili sayıldı ve
üniversitelere dinci militan yetiştirme kurumuna dönüştü.
12 Eylül'le birlikte, şeriatçılığa karşı mücadele ediliyor adı
altında, bizzat cunta başı Kur'an'dan ayetler ve hadisler okuyarak
İslam dininin ne kadar devletçi, laikliğe uygun, özgürlükçü bir din
olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Sadece din propagandasıyla da sınırlı
kalınmadı, "İslamiyetin toplumsal bütünlüğü sağlamada en önemli
etken" olduğu yine cunta tarafından devletin ideolojik tutumu olarak
ilan edildi. Önce bu bütünleştiricilik, devrim ve demokrasi
mücadelesi ile işçi sınıfı mücadelesine karşı bir bütünleştiricilik
olarak öne sürüldü; daha sonra da Kürt mücadelesinin yükselmesine
paralel olarak "bölücülüğe", "Kürt milliyetçiliğine" karşı din,
panzehir olarak, öne çıkarıldı. Bu karanlık dönem ve arkasından
gelen yıllarda, legal ve illegal devlet örgütleri, şeriatçı
akımların bildirilerine rahmet okutacak içerikte dinsel bildiriler
yayınladılar, Kürtçülük ve milliyetçiliğin İslama aykırı olduğunu,
İslamın ırkçı değil enternasyonalist olduğunu propaganda ettiler.
Tarikat şeyhleri, neredeyse cuntanın uygulamalarını kutsayan
fetvalar çıkardı. Cunta da onları iyice meşrulaştıran bir tutum
izledi. Cuntanın açtığı yolda yürüyen ANAP, özellikle Özal'ın da
mensubu olduğu Nakşibendi tarikatına büyük olanaklar tanıdı. Bütün
diğer tarikatların da desteğini almaya çalıştı. Diğer sağ partiler
de şeriatçıları yanlarına çekmek için yarışırken sosyal demokrasi de
Alevi tarikatlarına el atıp, ünlü dedeler aracılığı ile Alevi
emekçileri kendi yanlarına çekmeyi başlıca politika olarak
benimsediler.
Bu arada, 12 Mart Darbesi sonrasında üniversitelere yönelik olarak
başlayan operasyon, zaten önceden üniversitede mevzilenmiş faşist
dinci kadrolara dayanarak, 12 Mart'ın hemen sonrasında meyvelerini
vermeye başlamış, bilinçli olarak dinci ve faşist bir kadro
yetiştirilmişti. 12 Eylül darbesinden hemen sonra, YÖK, bu kadroyu
üniversite üst yönetimlerine getirmede ne zorluk çekti ne de eleman
sıkıntısına düştü. Özellikle sosyal bilim dallarında Türk-İslam
Sentezcisi bir dünya görüşü egemen hale getirildi. Sadece üniversite
kurulları ve öğrenciler değil, entelektüel yaşamın bütünü bu kadro
eliyle ve tam devlet destekli bir biçimde yönlendirilmeye çalışıldı.
'60'lı yıllardan sonra Türk-İslamcı ideolojinin entelektüel merkezi
olan Aydınlar Ocağı, cuntacıların fikir babası olduğu kadar, üst
bürokrasiye eleman veren bir merkez de oldu.
Çeşitli törenlerde ve ihtiyaç duyulan her yerde bolca Atatürk,
laiklik ve Atatürkçülükten söz ediliyordu, ama son 40 yıl içinde,
cumhuriyetin adeta kuruluş ilkesi edinilmiş olan Atatürkçülüğün
yerini Türk-İslam sentezcisi, faşist dinci bir ideoloji tedricen
almıştı.
Öte yandan 12 Eylül cuntası görünüşte her köye okul, kendi okulunu
kendin yap kampanyalarıyla okul yapma işini halkın sırtına yıkmıştı,
ama Alevi köylerine de cami yaptırma kampanyası başlatmıştı. Ve her
Alevi köyüne cami ve Sünni bir imam atamayı başlıca işlerinden
birisi haline getirmişti. Cunta sonrasında da, Aleviler üstünde
Sünni devlet baskısı sürmüş, ama bu baskıya karşın da Alevilik
neredeyse ve yine devlet eliyle, ama bu sefer demokrasi ve laiklik
adına yeniden hortlatılmıştı.
12 Eylül öncesi devrimci demokratik gelişmeden nispeten çok daha
çabuk etkilenen Aleviler dinden, en azından tören ve tapınma
biçimlerinden hayli uzaklaşmış, dedeler itibarını yitirmiş, dedelik
kurumu neredeyse çökmüştü. Ama 12 Eylül'ün karşı devrimci rüzgarı ve
sonraki yıllarda sürdürülen antisosyalist kampanya; mezhepsel
baskıyla da birleşince Alevilik adeta yeniden anımsanmıştı. Eski
Marksist dönekler, kimi aydınlar ve sözde devrimcilik iddiasındaki
kimi çevreler, bu sefer, asıl devrimciliğin Alevilik olduğunu öne
sürüp, bir Alevi "aydın kuşağı" rolünü üstlenerek, Diyanet İşleri
Başkanlığı'nda bir Alevi "şubesi" açılmasını istemeye kadar
vardırdılar ilericiliklerini. Bu "aydınların" bir bölümü ise daha "sivil"
davranarak, "Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılsın, Sünni, Alevi
bütün mezhepler dini cemaatler olarak örgütlensin" zırvalarıyla
ortaya çıktı.
Sünni dinciliğe, şeriatçılığa Alevilikle karşı çıkmak neredeyse "solculuğun"
genel taktiği oldu. TKP'nin radikal kanadı olarak bilinen "Londra
kanadı", revizyonizmden Aleviliğe evrildi, kendisini Alevi partisi
olarak ilan etmekte duraksamadı. SHP ve CHP gibi sosyal demokrat
partiler, İP ve SBP gibi "sosyalist", "Marksist" partiler
kendilerini Alevi partisi olarak ilan etmedi, ama Alevilerin dini
çerçevede örgütlenmesini, demokrasi ve sosyalizmin örgütlenmesi
olarak lanse edip, bunu, teşvik ettiler.
Bu arada Aleviler de sanki zaten var olan, çeşitli düzen partileri
arasındaki bölünmüşlük yetmiyormuş gibi, bir de önce Pir Sultancılar
ve Hacı Bektaşçılar olarak, sonra da çeşitli "Alevi dergilerinin
görüşleri" doğrultusunda bölündü. Ve politikacılar, bunlar
arasındaki farka göre oynamaya başladı. Devlet de bu bölünmüşlükten
yararlanmaya çalıştı. Kültür Bakanı ve parti başkanları Hacı Bektaş
törenlerini devlet törenine çevirecek biçimde bunları maddi ve
manevi olarak desteklerken Pir Sultancıları dışladı; ve nihayet
Sivas'ta yaktı.
Türk-İslam sentezi 12 Eylül cuntası tarafından desteklenmiş, bu
düşüncenin örgütlenmesi için cunta büyük bir destek vermişti. Ama
Türk-İslam sentezciliği, en azından resmi düzlemde, bir Kemalizm
eleştirisiyle değil, Kemalist bir zarf içinde sunulmuştu. Özellikle
de Kemalizmin en sadık sürdürücüsü olarak görülen ordu içinde, bu
düşünce, tedricen yaygınlaşmıştı.
Gerçi ordu, "emir komuta zincirini" bozabilecek düzeye ulaşma
tehlikesine karşı, şeriatçı düşünce etrafında örgütenmeleri sık sık
tasfiye etmiş, bu türden örgütlenmelere asla izin vermeyeceğini
söylemişti, ama "ılımlı İslam"a ve genel olarak dine karşı "hoşgörülü"
tutum aldığı için, şeriatçı, radikal İslamcı kümelenmeler, ordu
içinde de var olmaya, hatta gelişmeye devam etmiştir, bugün de bu
gelişme sürmektedir.
Her eklektik ideolojinin başına gelen, Kemalizmin de başına gelmişti.
Kemalizmin din ve laiklik karşısındaki pragmatist tutumundan
yararlanan dinci-şeriatçı kesimlerin çabası burjuvazinin
ihtiyaçlarıyla birleşince Türk-İslam sentezci düşünce tedricen
Kemalizmin yerine geçmiş, görünüşte Kemalizm devlet ideolojisi
olarak sürüyor olsa da, gerçekte, Türk-İslam sentezi burjuvazinin
gözdesi haline gelmişti. Ve kaçınılmaz olarak, stratejistlerinin
bütün dikkatine ve zamana yayma tutumlarına karşın Kemalizme karşı
kuşkular yoğunlaşmış, Kemalizm sadece "sivil" çevrelerde değil,
devlet katında da, doğruluğu, en önemlisi de gerekliliği tartışılır
hale gelmişti. Kemalizm tartışma konusu haline gelince, en çok
tartışma konularından birisi de, kaçınılmaz olarak, onun dinci,
şeriatçı çevrelerin şimşeklerini üstüne çeken ilkesi laiklik oldu.
Düzen partileri tarafından, "Laiklik dinsizlik değildir." biçiminde
başlatılan iki yüzlü eleştiriler şeriatçı çevreleri cesaretlendirdi
ve "Laiklik dinsizliktir." eleştirisine varıldı.
12 Eylül darbesi ve arkasından gelen "yeniden yapılanma" çabalarına
karşın, devlet ve düzen, bir türlü dikiş tutmuyordu. Bir yandan Kürt
mücadelesi, öte yandan da işçi ve emekçilerin mücadelesi sistemi
hırpalıyor, ortaya çıkan yönetememe krizi ve ideolojik boşluk tam
bir kaosa doğru gidişi kışkırtıyordu. Alınan önlemler kısa sürede
işlevsizleşiyor, ideolojik muğlaklık ve siyasal parçalanmışlık
egemen sınıflar diktatörlüğünü tehdit edecek işaretlere kaynaklık
ediyordu. Özellikle son bir yıl içinde dış politika, iç politika ve
ekonomide açıkça iflasın ortaya çıkmasıyla birleşen ideolojik ve
politik belirsizliğe karşı devletin "sağlam" güçleri, bir
müdahalenin zorunluluğunu yeniden gündeme getirmiş bulunuyorlar.
İşte son laiklik ve Atatürkçülük kampanyası bu gidişata son verip,
alınacak önlemlere ideolojik ve artık üstünde tartışılmayacak,
tartışılsa bile devlet ve düzen partilerinin üstünde "topyekûn"
anlaştığı bir ideolojik zemin yaratılması girişimiydi. Ve buna uygun
olarak, Atatürkçülük ve laiklik, düzenin şu anki ihtiyaçlarına göre
yeniden yorumlandı. MHP'den DSP'ye, SHP'den RP'ye kadar bütün düzen
partilerini memnun edecek, dinin politikaya alet edilmesi için her
tür olanağı da içine alan bir laiklik tanımını resmileştirmek
amacıyla kampanya yürütüldü, yürütülüyor. Ve böylece; açık şeriatçı
tutumlar dışındaki bütün eğilimler laiklik tanımının içine alındı.
Bir taşla iki kuş vurulması amaçlandı: Hem "Batı'lı görünüm"
bozulmamalıydı, hem de İslam, iyice raydan çıkmış düzenin "yeniden
raya oturtulmasında" birleştirici bir etken olarak
kullanılabilmeliydi. Böylece "herkesi" tatmin edecek bir tanım
geliştirildi.
Elbette ki; yeni laiklik tanımı burjuvazinin yeni ihtiyaçlarına
uygundu, ama yine de "herkes" sadece düzen yanlılarını kapsıyordu ve
laiklik tartışmaları sürüp gidiyor, gidecek de.
Ancak, bugün laiklik konusunda resmi tanımdan ayrılanlardan;
devrimci komünistler ve şeriatçılar dışında kalanların var olan
duruma itirazlarının ciddi temellere sahip olduğunu söylemek pek
olanaklı görünmüyor.
Son dönemdeki tartışmalar göz önüne alındığında laiklik
yaklaşımlarını şöyle sıralamak mümkün:
En ılımlı İslami görünüşlü RP'den en radikal İslamcılara, kendisini
Şeyhülislam, Halife ilan eden yelpazeye göre laiklik, Batı
taklitçisi, Batı'ya has, Hıristiyan Batı'nın, Batı demokrasisinin
bir icadı olup, bizim gibi "nüfusunun yüzde 99'u Müslüman olan bir
ülkede", "Müslüman mahallesinde salyangoz satmak" kadar saçmadır.
Devlet dine karşı tavırsız olmamalı, tersine din kurallarına göre
yeniden yapılanmalı, yasalar ve kurumlar yeniden örgütlenmelidir.
Bunlara göre; Türkiye'de laiklik, herhangi bir Batı ülkesinden bile
daha fazla dine karşı bir tutum içinde olup, "Müslümanlar çok ağır
baskı altında" tutulmaktadır.
İslamcılar, bu nedenlerden kalkarak, "Müslüman laik olamaz", "İslam
ülkelerinde laiklik diye bir şeyden söz edilemez" sonucuna
varıyorlar. Çünkü İslam, Hıristiyanlıktan farklı olarak, sadece
tanrı ile insan ilişkisini değil, bütün toplumsal yaşamı gün gün,
saat saat düzenleyen bir dindi. Bu yüzden de Müslüman, insanların
yaptığı yasalara göre değil, tanrı buyruğuna göre yaşamalıdır.
Bugün, artık 2. cumhuriyetçilere iltihak etmiş "sivil toplumcular"a
göre ise laiklik; din ile devletin birbirine karışmazlığı temeline
oturuyordu ve bu yüzden de devlet, dini cemaatlere terk edip bu
alana müdahale etmekten vaz geçmeliydi. Örneğin Diyanet İşleri
Başkanlığı kaldırılmalı, dini cemaatler, tekkeler, tarikatlar vb.
serbestçe faaliyet göstermeli, isteyen istediği biçimde örgütlenmeli,
ibadet etmeliydi. Türkiye'de durum böyle değildir. Devlet dine
karışmıştır, özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında dine karşı alınan
önlemler ve bugünkü resmi din örgütlenmesi laikliğe aykırıdır.
Düzen partilerinin laiklik yaklaşımı ise; son derece oportünistçedir.
Bu partilerin hemen tümü, Alevi ya da Sünni dini çevre ve
tarikatlarla iç içedir. Ve dini politikaların bir aracı olmakta
birbirleriyle yarışmaktadır. Bugün ötekilere göre daha laik
görünenlerin tek farkı, dini çevre ve tarikatların onlara az
yaklaşıyor olmasıdır. Ve bu partiler için laiklik kılık kıyafetin
Batı'lı bir görünüm arz edip etmemesinden ibarettir. Dahası, "ezan
Kur'anla" yollara düşeni de, her vesile ile "Allah'ı yardıma
çağıranı" da laiktir ve her biri kendisini laikliğin ülkedeki
garantisi olarak görmektedir.
İP ve SBP başta olmak üzere "sol" örgüt ve partilerde ise laiklik,
demokrasi mücadelesinde bugün kavranacak halka olarak ele alınmakta
ve diğer düzen partileri gibi oportünist bir laiklik tanımı
yapılmaktadır. Bunlara göre şeriat ve din sorunu Sünni Müslümanlığın
bir sorunu olup, Alevilik laik bir mezheptir. Bu yüzden de
Sünnilerin dini çevreler, tekkeler, tarikatlar olarak örgütenmesi
laikliğe aykırıdır, ama Alevilerin dini çevreler olarak, tarikatlar,
dernekler olarak örgütlenmesi laikliğe uygun, hatta devrimci bir
tutumdur. Bu çevreler ve kimi aydınlara göre bugün demokrasi
mücadelesi laiklerle laik olmayanlar arasında bir mücadeledir. Bu
yüzden de Şeytan Ayetleri üstüne fırtınalar koparmak, Allah'ın var
olup olmadığı, ya da Muhammed'in karılarının özel yaşamlarının
deşifre edilmesi en önemli sorundur. Yine bunlara göre; Atatürk ve
İnönü dönemlerinde laiklik tam olarak uygulanmıştır, bugün de öyle
uygulanmalıdır.
Bugün asıl olarak Cumhuriyet gazetesi etrafında toplanan partisiz
Kemalistler de bu "sosyalist" parti ve çevrelerle aynı görüşleri
paylaşmaktadır. Daha doğrusu Kemalistlerin görüşünü bu çevreler,
Marksist literatürden aldıkları kavramlarla süsleyip piyasaya
sürmektedirler. Devletin, dini kontrol altına alıp, devletin
ihtiyaçlarına göre kullanmasını gerçek laiklik olarak
tanımlamaktadırlar. Dahası laiklik, insanlığın varabileceği en son
uygarlık aşamasıdır. Bunlara göre, devlet laik olsun yeterlidir;
zorbalık varmış, emekçiler eziliyormuş vb., bunları çok
ilgilendirmemektedir. "Sosyalist" çevrelerden bu "has" Kemalistleri
ayıran tek özellik de bu emek sömürüsü ve baskıya igisizliktir.
Marksistler ise soruna tamamen farklı yaklaşıyorlar. Ve laikliği,
tarihsel gelişim içinde feodal-teokratik devlet anlayışına karşı bir
burjuva tepkisi, dinin ve devletin alanlarının ayrılması olarak
görüyor, ama laikliği donmuş, her yerde ve her koşulda aynı
uygulanan ve toplumsal gelişmenin her aşamasında geçerli bir ilke
gibi görmüyorlar. Tıpkı burjuva demokrasisi gibi, hiçbir burjuva
devlet içinde laikliğin tanıma uygun bir biçimde
gerçekleşemeyeceğinin bilinciyle soruna yaklaşıp, laikliği dine
karşı mücadelede bir vesile, demokrasi mücadelesinin
geliştirilmesinde bir dayanak olarak ele alıyorlar.
Yukarıda Marksistler dışında, başlıca beş grup altında toplamaya
çalıştığımız değişik laiklik anlayış ve yaklaşımları elbette çok
geneldir ve ayrıntıya inildiğinde her parti ve çevrenin birbirine
itirazları vardır. Ama konumuz açısından bu ayrıntıdaki farklılıklar
önemli değildir. Ancak söylenenlerin daha iyi anlaşılması için
laikliğin ortaya çıktığı koşullar ve sınıflar mücadelesi açısından
anlamı üstünde biraz durmakta yarar var.
"Çifte
doğru öğretisi"nden laisizme
Laiklik, kavram olarak 1789 Büyük Fransız Devrimi'yle genel bir
nitelik kazandı. Ama laikliğin düşünsel kökleri Ortaçağ'ın skolastik
düşüncesi içinde yeşermişti.
Skolastik dönemin maddeci kanadını oluşturan "nominalist" düşünürler;
"gerçekçi" düşünürlerden farklı olarak asıl gerçekler dünyasının;
vahy'nin, kavramların dünyası değil, nesneler dünyası olduğunu
söyleyerek, Ortaçağ felsefesinin asıl çabası olan gerçek olanın
kavramlar, vahy'nin bildirdikleri olduğu tezinden ayrılıyor, böylece
bilime ve bilimsel gelişmeye olanak açan bir zemini hazırlıyorlardı.
Özellikle skolastiğin son döneminde, kilise Felsefesi içindeki bu
bölünmeden yararlanan düşünürler "çifte doğru öğretisi"ni öne sürme
cesaretini gösterdiler.
Ortaçağ düşüncesi için tek gerçek vardı: Vahy'nin bildirdikleri.
Eğer vahy bildirmemişse o şey ne kadar elle tutulur, gözle görülür
olursa olsun gerçek sayılmazdı. Çünkü gerçek bilgi "değişmeyen"in
bilgisiydi. Nesneler dünyası ise, durmadan "değişen" şeylerin
dünyasıydı. Bu yüzden de asıl bilgi, düşüncede kavramlaşmış olanın
bilgisiydi. Örneğin, düşüncede tanımlanıp kavramlaştırılan ağaç
gerçekti, ama elma ya da çam ağacı gerçek sayılmıyordu. Oysa, gerçek
dünyada elma, çam, meşe, kavak vb. dışında bir ağaç yoktu. Ne var ki;
ağaç konusunda bilgi edinmek isteyen bilim de bu gerçek dünyanın
nesneleriyle uğraşmak, deney yapmak, yeni bilgiler elde etmek
zorundaydı. Hemen bütün Ortaçağ boyunca, "nominalister" (Kendilerine
bu ad, onları küçümsemek için sadece vahy'nin bildirdiklerini gerçek
sayanlar tarafından verilmişti.) ile "gerçekçiler" (bu ad
kendilerine yine kendileri tarafından verilmişti) arasında süren bu
tartışma, skolastik felsefenin son döneminde, açık bir ayrılığa
dönüştü ve kilise Felsefesinin "tek doğrusu"na karşı, tek değil "iki
doğru" olduğunun öne sürülmesiyle sonuçlandı. Bu doğrulardan birisi,
din'in, vahy'nin, dogma'nın doğrusu, öteki ise yaşanan dünyanın
bilgisinin, bilimin doğrusuydu. Ve bu iki ayrı "doğru"nun alanı
birbiriyle karıştırılamazdı.
Ortaçağın sonlarında, Rönesans'ı önceleyen "çifte doğru öğretisi"nin
önde gelen düşünürlerinden Petrus Pomponatius bu öğretiyi şöyle
tanımlıyordu: "Hıristiyanlık açısından ruhun ölümsüzlüğü bir gerçek
olduğu kadar, akılcılık açısından da ruhun ölümlülüğü bir gerçektir.
Bu iki gerçeklik alanını birbirine karıştırmamak gerekir."
Dinci-fizikçi Pierre Bayle ise; "Tanrı düşüncesini bilim ve akılla
bağdaştırmaya çalışmak boşunadır. Öyleyse her iki alanı, birini
ötekinden üstün tutmaksızın, birbirinden ayırmak gerekir. Her insan
dilediği yolu tutmalıdır, en uygunu, her iki yolu birden tutmaktır."
İngiliz Aydınlanmacıları Bacon ve Hume gibi düşünürler de "çifte
doğru öğretisini" savunurlar.
Düşünce ve bilim tarihiyle biraz ilgisi olanların açıkça fark
edeceği gibi, burada olan, dini dogma karşısında bilime, bilimsel
çalışmaya bir manevra alanı kazandırmaktır. Çünkü; Ortaçağ boyunca,
tek doğru, dini dogma sayıldığı için bilim kendisini geliştirecek
bir alan bulamamış, bilimle uğraşanlar, dogma'nın bildirdiğinin
tersine sonuçlara varanlar cadı, büyücü sayılmış, afaroz edilmiş,
yakılmışlardı. Bu yüzden de düşünürler ve "bilim adamları", asıl tek
doğru bilimin doğrularıdır deme cesaretini gösteremediklerinden, "çifte
doğru" öğretisiyle, bilime yer açmaya çalışmışlardır. Üstelik
Ortaçağın sonunda bile, henüz kilise dışında bir felsefe ve bilim
gelişmemişti. Nominalistler gibi, "çifte doğru öğretisi"nin ilk
savunucuları da kilise kökenli "dinibütün" düşünürlerdi. Dahası bin
yıllık Hıristiyan kültü karşısında köktenci bir başkaldırı için
zaman çok erkendi. Ama yine de Ortaçağ felsefesinin taşlaşmış
kabuğunu parçalayacak bir çatlak oldu "çifte doğru öğretisi". Çünkü;
ilk kez, bilimle dini ayırıp, ikisinin birbirine karışmaması için
bir zemin oluşturmaya girişilmiş; bilimin, dinin baskısı olmadan
gelişeceği bir yola girilmiştir.
Burada açıkça görünen, dinle bilim arasındaki çatışmayı, günün
koşulları göz önüne alındığında, bilim lehine bir uzlaştırma
girişimidir. Ama tarihte de çok açık görüldüğü gibi, dinin, bu
girişimi kolayca kabul ettiği söylenemez. Tersine; çürüyen, yıkılma
emareleri görülen her eski sistem gibi, kilise de bilime karşı
saldırısını bir iki yüz yıl daha sürdürdü. 17. yüzyılın başında
Giardono Bruno'yu Roma'da yaktı, Galile'yi mahkum etti. Ama bütün bu
baskı ve şiddete rağmen "çifte doğru" öğretisi bilime bir manevra
alanı sağladığı için, 16. yüzyılın başından itibaren kilise
öğretisinin temellerini yıkan sayısız buluş ve kuram art arda ortaya
çıkmaya başlamıştı bile.
"Çifte
doğru" öğretisi, sadece bilim çevrelerinde değil, kilise içinde de
yandaşlar bulmuştu. Nitekim 16. yüzyılın başlarında Reformasyonla
birlikte, Protestanlık bu öğretiyi kabul ederek, kilise görevlerini
dinle sınırlayan bir anlayışı da getiriyordu. Martin Luther,
Protestanlığın bu tutumunu, "Tanrının hakkı Tanrı'ya, Sezar'ın hakkı
Sezar'a" diye formüle edip, bir adım daha atarak, bilimin yanı sıra
dinle politikanın alanını da ayırıyordu.
Daha Rönesans'ın başlarında Makyavelli de, "Prens"in yetkilerini
dinde Tanrı'nın yetkilerine eş tutan bir keyfiliğe yükselterek,
dinle politikayı ayırmakla kalmayıp, dini de devletin ve politikanın
hizmetine koşarak, Ortaçağ düşüncesinin tam tersi görüşler
savunuyordu.
İki yüzyıl boyunca dinde, bilimde, politikada değişik zaman ve
yerlerde ortaya çıkan bu eğilimler, 17. yüzyılın ünlü Fransız
düşünür ve matematikçisi Descartes tarafından iki "töz" (düalizm)
öğretisiyle felsefe düzeyine çıkarıldı.
Descartes'ın felsefesi birbiriyle hiç bir bağlantısı olmayan iki "töz"
üstüne kurulmuştu: "Ruh" ve "madde". Ruh'un alanında kendi yasaları,
madde alanında ise doğa yasaları vardı. Her bir alanın yasaları
sadece kendi alanlarında geçerli yasalardı ve bu alanların her biri
ötekiyle asla bağlı değildi. Böylece Descartes, fizik ile
metafizik'i birbirinden tümüyle ayırarak, bilime sınırsız bir
gelişme alanı tanımış oluyordu. Her iki alandaki yasalarda da tam
bir zorunluluk egemendi. Politik alanda laisizme varacak olan
Fransız Aydınlanmacıları, Diderot'dan başlayarak Descartes'in
maddeci yanına dayanarak düşüncelerini geliştirdiler. Ve dine bu
Dekartçı mekanik materyalist temelden sert eleştirilerde bulundular.
Baron d'Holbach, Diderot ve Voltaire ateizme varan düşünceler öne
sürdüler.
Voltaire, kilise tarafından ezilen, baskı gören herkese sahip çıkan
bir tutum takınırken, Diderot ve d'Holbach maddeden ayrı ruhu da
reddediyor, bütün ruhsal eylemleri de maddenin iç hareketine
bağlıyorlar; "Maddi doğa cansız, edilgin, kendi kendine hareket
edemez olsaydı, o zaman 'tanrı' gibi, 'ruh' gibi 'manevi nedenlere'
başvurmak gerekirdi. Ama hareket maddenin temel niteliğidir. 'Manevi
nedenler' bilgisizliğimizin bir belirtisidir." diyerek, "tanrı" ve "ruhu"
sadece bilimin değil insan yaşamının da dışına atıyorlardı.
Öte yandan, toplumsal alanda, giderek güçlenen ve önce Hollanda
(1609), sonra İngiltere'de (1644) burjuva devrimlerinden güç alan
burjuvazi, bütün Kıta Avrupası'nda egemenlik peşindeydi. Ve
karşısındaki feodal krallıklar ve kilise'nin ittifakıyla savaşmak
zorunda kaldı. Burjuvazi, gücünü soyluluk ve tanrısallıktan alan bu
iktidara karşı, kendi iktidarını, gücünü halktan (demokratik) alan
ve tanrısal değil, insansal olan (laik) bir yönetim olarak tanımladı.
Ancak, ne soyluluk ne de kilise öyle kolayca burjuvazinin
meşruiyetini kabul etmeye yanaşmadı. Kimi ülkelerde uzunca, kimi
ülkelerde de nispeten daha kısa dönem süren mücadeleler sonucu
kilise ve soyluluk burjuvaziyi tanımak, sonra da iktidarı ona terk
etmek zorunda kaldı. Bu mücadele bazen, Fransa'da olduğu gibi,
devrimin radikal tarzda geliştiği dönemlerde kilise topraklarının
yağmalanıp, kiliselerin yakılması, papazların kurşuna dizilmesine
kadar vardı. Ya da, 1815 Restorasyon döneminde olduğu gibi, kilise
ve soyluluk devrimin yenilgi dönemlerinde eski haklarını yeniden ele
geçirip bir karşıdevrimci terör örgütlediler. Ama bütün bu barışçıl
ya da kanlı çatışma sonunda, burjuvazi kendi laik devletini kurmayı
başardı.
Feodalizmden kapitalizme geçiş dönemi diyebileceğimiz, Avrupa'da,
değişik ülkelerde değişik biçim ve zaman aralıklarında yaşanan, 16.
yüzyıldan 19. yüzyılın ikinci yarısı, hatta 1871 Paris Komünü'ne
kadar süren dönemde laiklik sorununa yaklaşım ve kavramın kazandığı
içeriğe bakarsak şunlar saptanabilir:
1) Her şeyden önce laiklik, bilim ve felsefenin dinden
bağımsızlaşmasından başlayıp, devletin ve dinin alanlarının
ayrılmasına evrimleşmiş, feodal-teokratik devlet yapısına karşı
burjuva bir tepkiyi ifade eder.
2) Bilim ve felsefe dinden ayrılırken, içinde bulunulan koşulların
zorunlu sonucu olarak, dinin baskısından kurtulmak için "dinin
doğruları"nın da olduğunu kabul ederek, bütün bilimdışılığına karşın,
dine taviz vermek zorunda kalmıştır. Nasıl ki, Ortaçağın sonlarında
bilim adamları din baskısı karşısında bilime bir gelişme sağlamak
için "çifte doğru öğretisini" öne sürmüşse; burjuvazi de kendisinin
feodal soyluluk ve kilise tarafından toplumun meşru bir sınıfı
olarak kabul edilmesi için iktidarın tanrısal değil insansal bir
güce dayanması gerektiğini öne sürmüştür. Burjuvazi, devrimin işçi
ve köylü yığınlarının damgasını taşıdığı, yüksek bir tempoda
geliştiği dönemlerde, dine karşı radikal tutum almış, soyluluk ve
kiliseye karşı cepheden saldırmış, ama bu dönemlerde bile işçi ve
köylüler aleyhine kiliseyle uzlaşma yolları aramıştır. Devrimin
ivmesinin düşük olduğu yer ve dönemlerde ise; kiliseye, kendi
iktidarını tanıma koşuluyla her tavizi vermekten kaçınmamıştır.
Özellikle iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra dini, işçi ve köylü
yığınları için bir "afyon" olarak kullanmayı hiç gündeminin dışında
tutmamıştır. Dolayısıyla burjuvazi için din hep kullanılacak bir
meta olmuştur. Burjuva devlet, dinin alanını ayırmış, ama asla dine
müdahale etmekten geri kalmamıştır. Bu müdahale yığınları dinin
uyuşturucu etkisinden uzaklaştırmak amacıyla değil, dinin
burjuvazinin çıkarları doğrultusunda kullanılması için olmuştur.
Bilimdeki gelişmelerin tanrıya "ihtiyaç duyulan alanı" iyice
azaltması ve burjuvazinin iktidarı ele geçirip artık geri dönüşün
olmadığı kilise tarafından da anlaşılmasından sonra dinin ve bilimin,
din ve devletin alanının ayrılığı din tarafından savunulmaya
başlanmış, din hiç olmazsa kendi alanında yaşama imkanını korumayı
amaç edinmiştir.
3) Laiklik, en saf biçimiyle din ve devletin alanının ayrılması
olarak tariflenir ve dinin alanının tanrı ile "kul" arasındaki
ilişki ile sınırlı bir alan olduğu kabul edilir.
Bu tanımdan kalkıldığında, göksel bir tanrıya hiç de ihtiyaç
duymayacak bir toplumsal konumda olan burjuvazinin, laiklik
ilkesiyle, dinle bir uzlaşmaya gitmek istediği anlaşılıyor. Bu
uzlaşma ilk dönemde dine, burjuvazinin iktidarına izin vermesi için
öne sürülen bir taktik iken, burjuvazinin iktidarını
sağlamlaştırdıktan sonraki dönemde, işçi ve emekçilerin mücadelesi
karşısında burjuva iktidarının korunmasının dayanağı olarak dine
duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanmıştır.
4) Burjuvazi ile dinin ilişkisi, dinin burjuvazinin iktidarı
karşısındaki tutumuna bağlı olmuştur. Eğer din burjuvazinin
iktidarına karşı mücadele eden sınıflarla birleşmişse, burjuvazi
dinin politikayla uğraşmasına karşı çıkmış, tersi durumda ise dini
kendi politikasının bir dayanağı olarak kullanmıştır. Bu yüzdendir
ki; 16, 17 ve 18. yüzyıllarda dini politika ve devlet işlerinin
dışında tutmak isteyen burjuvazi, kendi egemenliğini
sağlamlaştırdığı dönemlerde din,i politikasının dayanağı yapmış,
onunla sadece genel bir dayanışma içinde olmaktan öte, pratikte de
politikanın içine çekmiştir. Düzenlenen antikomünist kampanyalarda
kiliselerin doğrudan rol alması, hatta seçimlerde bile kilisenin
işçi, komünist partilerine karşı açıkça tutum almaları, gerici
burjuva partileri lehine kampanyalar düzenlemesi, en son SB'nin
yıkılması ve "yeni dünya düzeni"nin kurulması için Papa'dan köy
papazlarına kadar kilisenin gösterdiği çaba bunun açık göstergesidir.
5) Yukarıda söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, saf haliyle laiklik,
tıpkı burjuva demokrasisinin saf ilkeleri gibi hiç bir zaman
gerçekte uygulanmamış, ama burjuva iktidarının erdemlerinin en
önemlilerinden birisi olarak "saf laiklik" propaganda edilegelmiştir.
Yani burjuva demokrasisi ne kadar "halkın halk tarafından yönetimi"
ise, laiklik de o kadar din ve devletin alanlarının ayrılması
olmuştur.
Demek ki; kapitalist devletin din karşısındaki genel tutumu dinin ve
devletin alanını ayırmak, laiklik olmuştur. Ama gerçekte burjuvazi
dine karşı hiç bir zaman ilgisiz kalmamıştır. Tersine, dinin iktidar
davasını sürdürdüğü koşullarda burjuvazi dinin devlete karışmamasını
savunmuş, kendisini yeterince güçlü hissettiği, ama dinin ısrarla
iktidar talebinde bulunduğu koşullarda kiliseye saldırmaktan,
topraklarını yağmalatmaktan, hatta papazları kurşuna dizerek
kiliseleri kapatmaya kadar varan tutumlardan çekinmemiştir. Ancak,
kilisenin devlet iktidarına ortak olmaktan vazgeçmesinden sonradır
ki burjuvazi dinin alanına kaba müdahaleden vazgeçmiş, ama işçi ve
köylülerin başkaldırılarına kadar her zaman kiliseyi yardıma
çağırmış, yani dini politika ve devletin alanına çekmekten geri
durmamıştır.
Kısacası burjuvazi için laiklik, hiç bir zaman, dokunulmaz ve
lekesiz bir ilke olarak görülmemiş, tersine; sınıflar mücadelesi
içinde burjuvazi dine karşı tutumunu ve laiklik ilkesini tümüyle
kendi çıkarlarına göre uygulamıştır. Yani laiklik ilkesi de, burjuva
demokrasisinin öteki "saf" ilkeleri gibi yanlı, sınıfsal bir içeriğe
sahiptir ve bu yüzden de tümüyle koşullara bağlı olarak
kullanılmaktadır.
Yaşanan gerçeklik açıkça göstermektedir ki; din artık burjuvaziden
iktidar talep eden değil, burjuvazinin iktidarının bir dayanağı
olmuştur. Bu durumda burjuvaziden laiklik ilkesi adına dini politika
dışında tutacağını beklemek ham hayaldir.
İşçi ve emekçilerin laiklik konusundaki tutumunu belirleyen ise;
Marksizmin din karşısındaki tutumudur. Bu tutumun ne olduğunu
anlamak için dinin kökenine kısaca da olsa değinmek konuyu daha
anlaşılır kılacaktır.
Dinin kökeni ve dine karşı tutum
İnsanın doğa karşısındaki çaresizliği ve bu çaresizlikten
kaynaklanan korkularından doğan din, tarih boyunca, sadece
ezilenlerin değil, toplumsal sorunları çözmekte çaresiz kalan
politikacı ve yöneticilerin de sığınağı oldu. Sümer, Asur, Mısır
kralları aynı zamanda tanrıydı. Antik Yunan kralları ve Roma
İmparatoru ise; yarı-insan, yarı-tanrılardı. Feodal çağın kralları,
padişahları tanrılık iddiasından vazgeçmişlerdi, ama "tanrının
yeryüzündeki temsilcileri"ydi. Ancak, kilise ya da Halife tarafından
kutsandıkları ölçüde bir otoriteye sahip olabiliyorlardı. Ya da
padişahın kendisi aynı zamanda halifeydi. Kapitalist çağın
yöneticileri ve politikacıları "laik"ti; dinin ve devletin
alanlarını ayırarak "modernleşmişler"di. Ama, onların da dini ve
tanrıyı öncekilerden daha az kullandıkları anlamına gelmiyordu bu.
Onlar da çözümsüz kaldıkları her sorunda dine sarılıyor, yığınları
uyutmak, kendi düzenlerini aklamak için dini kullanıyor, hatta resmi
devlet görevlerine başlarken din ve kutsal kitaba el basarak yemin
ediyorlardı. Dahası rakip "çağdaş" siyasi partiler dini çevrelerle
girdikleri ilişkilerde, dinden destek alıp ona destek vererek, dini
ve politikayı, işlerine nasıl gelirse öyle uzlaştırarak
sürdürüyorlardı. Ancak, sınıflı toplumlar boyunca, yöneticilerin
dine sığınmalarında din amaç değil, ezilenleri uyutmak için
kullanılan bir araçtı. Ve çoğu zaman egemen sınıfın dindarlığı bir
şarlatanlık düzeyine yükseliyordu. Örneğin, yarı tanrı Roma
İmparatorları, zapt ettikleri ülkelerin tanrılarını da kendi
panteonlarına katarak, imparatorluğun sınırlarını genişlettikçe
panteondaki tanrı sayısını da çoğaltıyorlardı. Ya da günümüzde
olduğu gibi, "laik devletin" en üst makamını işgal edenler,
şeyhlerden icazet alarak göreve geliyor, "Allah'ın seçilmiş kulları"
oldukları propagandasını yapabiliyorlardı.
Ama ezilenler için din, tarih boyunca, kullanılan değil içten
inanılan, çaresizlik karşısında sığınılan bir kurtarıcıydı. Önüne
çıkan sorunlar karşısında çaresiz kalan ezilenler, tarih boyunca;
dertlerinin bu dünyada bitmeyeceğine inandıkları ölçüde, "hiç
olmazsa öte dünyada kurtulmak" için dine sığındı. Bazen dinin
öğütlediği sınırsız bir sabırla baskı ve zulme boyun eğdi; bazen de
yine din, "din kardeşliği", "eşitlik" adına zulme başkaldırdı. Ama
ezilenler, dinin sınırlarını aşamadıkları her yer ve zamanda, bir
başka din ilkesi adına hareket eden yöneticiler tarafından zorla ya
da kandırılarak hizaya getirildi. Bununla da yetinilmedi; bir dinin
ezilenleri, emekçileri, sadece "benim dinim daha hak dini"dir
gerekçesi altında, ama gerçekte kendi egemenlerinin çıkarları uğruna,
bir başka dinin emekçilerini boğazladı.
Kapitalizmin, tanrısı para olan bir sistem olması ve kapitalizmin
devrimci dönem düşünürlerinin dine sert eleştiriler yöneltmesi,
dinin sanki eski toplumdan kapitalizme bir miras olarak kaldığı,
kapitalizmin dinin varoluş nedenini ortadan kaldırdığı kanısını
yerleştirmiştir. Gerçekten de kapitalizm çağında bilimin ve
teknolojinin ulaştığı aşama, insana pek çok sorunu çözme imkanını
tanıdığı gibi, olay ve olguları açıklamada bilimin yasaları tanrıya
yer bırakmayacak ölçüde gelişmiştir. Öte yandan üretim, hiçbir tanrı
yasasına ihtiyaç duyulmadan sürdürülebilir ve kapitalist de İncil ve
Kur'andaki ayetlere hiç aldırmadan yönetir işletmesini. Ama bu,
eyleminde tanrıya ihtiyaç duymama, sadece egemen kapitalist sınıf
için geçerlidir; işçi ve emekçiler için ise tersi söz konusudur.
Kapitalist sistem tarafından ezilen sömürülen, geleceğe güvensiz,
devasa kapitalist mekanizma karşısında çaresiz bırakılan işçi için
ise din, sığınılacak bir kurum olmaya devam eder. Çünkü bu sistemde,
işçi politikleşip sisteme karşı, diğer işçilerle birleşip
savaşabildiği ölçüde çaresizliğin yerini kendi kollarına dayanarak
kurtuluş umudu alır; dolayısıyla din; onun için bir sığınak, bir
ihtiyaç olarak önemini yitirir; ama bu, kapitalist toplum
koşullarında işçilerin küçük bir azınlığı için böyledir. İşçi ve
emekçi sınıfların geniş kesimleri için çaresizlik ve bundan duyulan
korku bu kesimler içinde dinin dayanağı olarak varlığını sürdürür.
Bırakalım sadece inanmayı, işçiler; dinsel, mezhepsel nedenlerle
bölünüp, birbiriyle rekabete girebilirler. Avrupa'da Hıristiyan
sendikalar, bizde İslamcı Hak-İş bu bölünmenin tipik örneği olarak
görülebilir.
İşte bu gerçeklerden kalkan Marksizm, dini "özel bir alan" olarak
gördüğü gibi, dine karşı mücadeleyi de "özel" olarak ele alır.
Anarşistler ve ateistlerden farklı olarak Marksizm, dini kişi ile
tanrı arasında kişisel bir ilişki sayarak ve bu yüzden de, dini
üreten toplumsal ilişkileri ortadan kaldırmadan dini ortadan
kaldıramayacağı bilinciyle, devletin bu "kişisel ilişkiyi"
yasaklamasına karşı çıkar. Bu nedenle de günlük ajitasyonu içinde,
doğrudan dine karşı bir ajitasyon yerine dine dayanak olan koşulları
teşhir eden bir ajitasyonu esas alır. Çünkü doğrudan dini hedef alan
ajitasyonun işçi ve emekçileri dinli-dinsiz, laik-laik olmayan vb.
biçiminde bölüp karşı karşıya getireceği, bunun da ancak dine de
dayanaklık eden kapitalizmin işine geleceği çok açıktır.
Elbette, dinin mantıksal ve ideolojik temelleri, bilimsel veriler ve
Marksist materyalist dünya görüşü ışığında eleştirilir, ama bu
eleştiri asla doğrudan sınıf çatışmasının, sömürülen ve sömüren
arasındaki mücadelenin önüne çıkarılamaz. Çünkü yığınlar,
kapitalizme karşı mücadele içinde birleşip sömürünün tümden ortadan
kaldırılması mücadelesine giriştikleri, sorunlarını çözmede kendi
özgüçlerine güvendikleri ölçüde dine ihtiyaç duymayacaklardır.
Bu genel yaklaşım ışığında, İslam-şeriat ve laiklik ilişkisiye
Türkiye'de şeriatçılığa karşı mücadele konusunu dergimizin Mayıs
sayısında ele alacağız.
Bu yazı, aylık sosyalist teori ve politika dergisi Özgürlük
Dünyası'nın Nisan 1994 tarihli 66. sayısından alınmıştır.
|
|