|
Marksizmde
Tarihsel İnceleme
Marksizmi diğer felsefi akımlardan, dünya görüşlerinden ayıran
temel nokta; onun olay ve olguları kendi nesnelliği içerisinde,
bulunduğu zaman ve mekân ilişkileri dâhilinde ele alması ve
açıklamasıdır.
Bir olay ve olgunun tarihsel açıdan ilerici olup olmadığını
belirleyen ahlaki ilkelerimiz veya evrensel doğrular değildir.
Tarihsel incelemede temel kıstas, üretici güçlerin gelişimi ve
üretim ilişkileri karşısındaki durumdur. Daha yalın bir ifadeyle
olgunun, hangi sınıfa karşı olduğu ve hangi sınıflara hizmet
ettiğidir.
Tarih, (ilkel komünal toplumdan sonra) sınıf savaşımları tarihi
olarak şekillenmiştir. Her felsefi, hukuki, ahlaki, siyasal sistem,
eylem ve düşünce bir sınıfa hizmet eder. Sınıf savaşımının dışında
hiçbir teori, felsefe, ahlak vb. düşünsel ve siyasi sistem yoktur.
Tarihin sınıf savaşımları tarihi olmasının anlamı budur.
Bir örnekle konuyu somutlaştırıp, bu bölümü bitirelim. Savaş, genel
bir görüş açısından kötü bir şeydir. Hatta geniş bir çevre açısından
bu bir ahlaki ilkedir. Hatta sömürü sınıfın temsilcileri dahi
savaşın kötülüğünden, barışın öneminden dem vurup, yılbaşlarında
barış dileklerinde bulunabiliyorlar. Bu, savaşa genel doğrular
veya ahlaki ilkeler açısından bakışın sonucudur. Sınıf savaşımının
olduğu her toplumda, savaşın da bir sınıfsal temeli vardır. Bu
yüzden savaşın iyiliğini veya ilericiliğini belirleyen de hangi
sınıfa hizmet ettiğidir. ABDnin Irakı işgali, emperyalizme,
tekelci burjuvaziye hizmet eden bir savaştır. Bu yüzden gerici bir
savaştır. Irakta ABD emperyalizmine karşı direniş savaşı ise başta
Irak işçileri olmak üzere Irak halkına, hatta tüm dünya halklarına
hizmet eden bir savaştır. Bu yüzden ilerici bir savaştır. Bugün
genel doğru ve ahlaki ilkeler üzerinden savaşa karşı çıkan
küçük-burjuva unsurlar, aynı zamanda Iraktaki ilerici savaşa ve
direnişçilere de dolaylı olarak teslim olma çağrısı yapmaktadır.
Böylece ABDnın Iraktaki barış politikasına hizmet etmektedir.
Kemalizmi, onun ideoloji, politika ve uygulamalarını incelerken;
ahlaki doğrulardan, onun kişisel iyiliğinden veya kötülüğünden,
egemen sınıfların halka empoze ettiği doğrulardan hareket
etmeyeceğiz. Bilimsel bir inceleme için bu şarttır.
Sonuç itibarıyla, hiçbir olay ve olgu sınıflardan, sınıflar
arasındaki ilişkilerden kısacası sınıf savaşımından bağımsız
değildir. Bu yüzden, bilimsel bir tahlil için, incelememizde
sınıflar arasındaki ilişkileri temel olarak almalıyız.
Emperyalizm Döneminde Ulusal Kurtuluş Savaşlarının Niteliği
Kapitalizm, emperyalizm aşamasında tekelci, çürüyen kapitalizm
haline gelmiştir. Genel olarak serbest rekabet dönemi bitmiş,
tekeller arasındaki rekabet dönemi başlamıştır. Kapitalizmin birinci
aşamasında ulusal birliği sağlamak, demokrasiyi kurmak gibi ilerici
görev ve niteliklere sahip burjuvazi, kapitalizmin ikinci aşamasında
artık gericidir. Çünkü burjuvazi feodalizme karşı savaşımında, işçi
sınıfının varlığı nedeniyle bir devrimden korkar hale gelmiştir.
Artık sosyalizm güncel bir alternatiftir. Burjuvazi de bu alternatif
karşısında, feodalizm ile uzlaşmış, demokrasi, bağımsızlık gibi
burjuva hukuku içerisinde dahi gerçekleşebilecek olan değerlere yüz
çevirmiştir.
Bu yüzden artık, demokrasi, bağımsızlık gibi burjuva demokratik
görevler de işçi sınıfının görevleri haline gelmiştir.
Engels, Almanya için, 1891de Erfurt programının taslağını
yorumlarken cumhuriyetin ve cumhuriyet için savaşımın öneminin
küçümsenmesine karşı uyarılarda bulunmuştur. (Lenin, İki Taktik,
Sol Yayınları, Sf.79-80)
Leninin burada cumhuriyet ile kastettiği demokratik cumhuriyet yani
demokrasi mücadelesidir.
Örneğin Rusyada sosyalist devrimden önce Bolşevik Partisi
demokratik bir devrimin zorunlu olduğunu söyleyerek, işçi sınıfının
önüne demokrasi görevini koymuştur. Yine Arnavutlukta Arnavutluk
Komünist Partisi sosyalizmden önce ulusal bağımsızlığın sağlanması
görevini Arnavut işçi sınıfının görevi olarak benimsemiştir.
Evet, artık burjuvazi gericileşmiştir. Bağımsızlığın ve demokrasinin
tutarlı bir savunucusu olamaz. Bağımsızlık ve demokrasinin tek
tutarlı ve tam savunucusu işçi sınıfıdır. Demokrasi ve bağımsızlık
işçi sınıfının görevleridir. Anti-emperyalist savaşlara işçi sınıfı
doğrudan destek verir, hatta onun örgütleyicisi ve yöneticisi olur.
Emperyalizm, nasıl geri kalmış ülkelerin sömürgeleştirilmesine yol
açtıysa, sömürgeciliğe karşı anti-emperyalist kurtuluş savaşlarına
da yol açmıştır. Bu savaşlar, emperyalizmin sömürgelerdeki
egemenliğini hedef alırlar. Bu yüzden ilericidirler ve işçi sınıfı
tarafından desteklenir ve koşullar uygunsa yönetilirler. Böylece,
kapitalizmin emperyalizm aşamasında, sosyalist devrimin en büyük
müttefiklerinden birisi anti-emperyalist ulusal hareketler olmuştur.
Birinci Dünya Savaşı Sonrası Osmanlıda Durum
Osmanlı Devleti, Birinci Emperyalist Dünya Savaşına yeni sömürge
alanları elde etmek amacıyla Almanyanın yanında girmiştir.
Almanyanın teslim olması ile Osmanlı devleti ve diğer müttefikler
de teslim olmak zorunda kalmışlardır. Emperyalist devletler savaştan
galip çıkmanın verdiği pervasızlıkla Osmanlı devletinin birçok
bölgesini işgal etmiş ve paylaşmışlardır. Buna bir de padişahın ve
egemen bürokratik-feodal sınıfın işbirlikçi tutumunu eklemek gerekir.
İşbirlikçi egemen sınıflar, ülkenin emperyalizm tarafından
yağmalanmasını desteklemişler ve buradan pay kaçma çabasına
girmişlerdir.
Ülke kaynak ve topraklarının Osmanlı egemen sınıflarınca
emperyalizme peşkeş çekilmesi, bu bölgelerde yaşayan işçiler, yoksul
köylüler, ticaret burjuvazisi ve toprak ağalarının bir kısmının
çıkarları ile çelişiyordu. Osmanlının bir avuç işbirlikçi
feodal-bürokrat kastının dışındaki bütün sınıf ve tabakalar
emperyalizme karşı bir pozisyonda idiler.
Bu koşullar altında, birçok bölgede işgalcilere karşı savaşan yerel
kuva-i milliye grupları ve yurtsever dernekler kurulmuştu. Bu
örgütler belli bir merkezden idare edilmeyip, işgalcilere karşı
kendiliğinden bir tepki niteliğindeydi. Bu örgütlerde işçiler,
köylüler, ticari burjuvazi ve feodal sınıfın bir bölümü yer aldı.
Kuvai-Milliyeden Kurtuluş Savaşına
Bu örgütler birleşik bir kurtuluş hareketinin perspektifine sahip
değildi. Sınıfsal olarak işgalcilere karşı bağımsızlığı savunan
ulusal-burjuva karakterli hareketlerdi. Emperyalizme karşı
savaşımları onlara (burjuvazi ve toprak ağalarının egemen olmasına
rağmen) ilerici bir nitelik veriyordu.
Anti-emperyalist yerel hareketler olan kuva-i milliye örgütlerinin
birleştirilmesi ve birleşik bir kurtuluş cephesinin yaratılması
emperyalizmin ülkeden kovulması için olmazsa olmaz görevlerdi. İşte
bu görevi yani yerel kurtuluş hareketlerinin birleştirilmesi ve
birleşik kurtuluş cephesi kurulması görevini Mustafa Kemalin
önderlik ettiği grup yerine getirdi. Erzurum ve Sivas kongresinin
programı genel olarak emperyalizmi karşısına alan ve ona savaş açan
programlardı. Mustafa Kemal ve grubunun kurtuluş savaşındaki temel
rolü, yerel kurtuluş hareketlerinin büyütülmesi ve birleştirilip
emperyalizme karşı tek bir ordu haline getirilmesidir. Bu sebeple
Mustafa Kemal ve grubunun kurtuluş savaşındaki rolü ilericidir,
ulusal kurtuluşçudur. Bu konuda Lenin şöyle der:
"Mustafa Kemal sosyalist değil, fakat görülüyor ki iyi bir
teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici ve iyi düşünceli, akilli bir
lider. Mustafa Kemal, soygunculara karşı bir Kurtuluş Savaşı veriyor.
Emperyalistlerin gururunu kıracağına ve Sultani da yareni ile
birlikte alt edeceğine inanıyorum." ( Lenin )
Bu nokta bazı yanlış anlamalara açıktır. Biz iki yanlış anlamaya
deyinelim. Bunlardan birincisi; ulusal hareketlere sol sekter bir
yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre ulusal kurtuluş savaşları
burjuvaziye hizmet eder, bu yüzden bu savaşlar işçi sınıfı
tarafından desteklenmemelidir.
Ulusal kurtuluş savaşı, hedefleri ve programı gereği emperyalizme
karşı bir burjuva-ulusal hareket niteliğindedir. Ama onun
burjuva-ulusal bir savaş olması, onun desteklenmemesi gerektiği gibi
bir sonuç çıkarmaz. Bağımsızlık emperyalizm karşısında işçi
sınıfının temel görevlerindendir. Bu yüzden işçi sınıfının
emperyalizme karşı tüm sınıf ve katmanları seferber edip, ulusal
kurtuluşa önderlik etmesi şarttır.
Devrimci bir anti-emperyalist blok kurmak ve bu blok içerisinde
proletaryanın hegemonyasını sağlamak - görev işte budur. (Stalin,
Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yayınları, Sf.251)
Yani komünistler hiçbir zaman ulusal kurtuluş hareketlerini
küçümsemezler. Emperyalizme karşı tüm güçleri birleştirme ve
anti-emperyalist mücadelede işçi sınıfının hegemonyasını sağlamaya
çalışırlar. Bununla birlikte anti-emperyalist kurtuluş savaşının
burjuva karakterini yani kapitalizmin sınırları içinde
olabilirliğini gözden kaçırmazlar. Ulusal kurtuluş savaşımına
önderlik edip, kesintisiz sosyalizme geçişi sağlamaya çalışırlar.
İşçi sınıfı ve onun öncüsü komünist partinin görevi budur.
Ulusal kurtuluş savaşına ikinci yanlış yaklaşım ise sağ uzlaşmacı
yaklaşımdır. Bu anlayışa göre ulusal kurtuluş savaşı sosyalist bir
savaştır, ve her şeydir. Bu sağ yaklaşımın ufku bir bağımsız
cumhuriyetten öteye gitmez. Savunduğu bağımsız gelişen bir
kapitalizmdir. Sosyalizme gelince, bunun onlar için önemi yoktur,
önemli olan sosyalizm değil bağımsızlıktır.
Sağ sapma, böylece ulusal kurtuluş savaşımını kesintisiz sosyalist
devrime bağlamaz. Onun amacı sadece emperyalizmden kurtuluştur. Ama
kendi burjuvazisinden kurtuluş onun için önemli değildir. Böylece
işçi sınıfının programını inkâr eder, yerine bağımsızlıkçı
ulusal-burjuvazinin programını koyar. Ama sosyalizmle
taçlandırılmayan her anti-emperyalist hareket yeniden emperyalizme
bağlanmaya mahkûmdur.
Şimdi Türkiyede gerçekleşmiş bulunan kurtuluş savaşını tahlil
edebiliriz. Öncelikle emperyalizme karşı bağımsızlığı savunuyordu.
Programı ulusal kurtuluştan sosyalizme geçişi savunan bir program
olmayıp, bağımsız bir kapitalizmi ve bağımsız bir ülkeyi savunan bir
programdı. Bu yüzden işçi sınıfının önderlik ettiği bir hareket
değil, bağımsız bir ülkeyi savunan ve emperyalizmden çıkarları
zedelenen ulusal ticari burjuvazi ve toprak ağalarının bir kısmının
önderlik ettiği bir harekettir. Elbette işçi sınıfının görevi bu
harekete önderlik etmekti, ama bunu başaramadığı koşullarda da işçi
sınıfı ve komünist partisi ulusal kurtuluş mücadelesini
desteklemelidir ve desteklemiştir. Ülkemiz komünist hareketi de
kurtuluş savaşında azımsanmayacak bir rol oynamışlardır. Birçok
komünist bölük cephelerde savaşmış, İstanbul işçilerinin eylemlerine
önderlik etmişlerdir.
Mustafa Kemal ve grubu kendiliğinden başlayan ulusal burjuva
karakterli harekete önderlik etmiş, bunun gelişmesi, büyümesi ve
kazanılmasında önemli bir rol oynamıştır. Böylece, Mustafa Kemalin
ve onun görüşü olarak adlandırabileceğimiz Kemalizmin kurtuluş
savaşı sırasında ilerici bir rol oynamıştır.
M. Kemal ve grubunun ve Kemalizmin Kurtuluş Savaşı sırasındaki
niteliği ve sınıfsal özü budur.
Kurtuluş Savaşından Sonra Türkiye Ve Kemalist Politikaların Niteliği
Burjuvazi emperyalizm döneminde ikiye ayrılmıştır. Bir tarafta
emperyalizm ile işbirliği yapan işbirlikçi burjuvazi, diğer tarafta
emperyalizme karşı çıkan ulusal burjuvazi. Ama ulusal burjuvazinin
emperyalizme karşı çıkışı tutarlı değildir. Bir yandan
eksiklikleriyle birlikte emperyalizme karşı çıkarken, diğer yandan
da işçi sınıfının uyandırdığı korku ile emperyalizm ile bütünleşir.
Bu yüzden emperyalizme karşı tutarlı bir sınıf değildir. Zaten
tutarlı bir anti-emperyalist mücadele ancak işçi sınıfının
önderliğinde gerçekleşebilir. Ulusal burjuvazinin önderlik ettiği
bir anti-emperyalist mücadele emperyalizm ile uzlaşmaya,
tutarsızlıklara ve geri dönüşlere açıktır. İşte ülkemizde de
kurtuluş savaşından sonra böyle bir süreç yaşanmış ve ulusal
burjuvazi tutarsızlığı ile tekrar emperyalizme bağlanmıştır.
Kurtuluş savaşının ulusal burjuvazi ve toprak ağalarının bir
bölümünün önderliğinde gerçekleşen bir savaş olduğunu yukarıda
açıklamıştık. Bu iki temel eğilimi beraberinde getiriyordu.
Birincisi; burjuvazi ve toprak ağalarının önderlik ettiği bir savaş
olması, savaş sonrasında işçi sınıfı ve halkın çıkarlarına aykırı
ama burjuvazi ve toprak ağalarını destekleyecek bir ekonomik ve
siyasi program uygulanmasını getirecekti ve uygulandı da. İkincisi,
kurtuluş savaşının ulusal burjuvazinin önderliğinde olması bir takım
tutarsızlıkları, emperyalizm ve feodalizm ile işçi sınıfı ve halk
yığınları aleyhine uzlaşmaları getirecekti ve getirdi de. Bunları
kısaca sayarsak:
1- Kurtuluş savaşından sonra feodal toprak mülkiyeti kaldırılmadı ve
köylülük barbar ağa yöntemleriyle sömürülmeye devam etti.
2- Emperyalizmin sömürüsü anlamına gelen yabancı sermaye ülke içinde
var olmaya devam etti.
3- Mustafa Kemalin de birçok kez belirttiği gibi, devlet
işletmeleri, zayıf özel sermayeyi desteklemek ve geliştirmek
amacıyla kuruldu. Ekonomik program tamamıyla özel sermayeye hizmet
eden bir programdı. Böylece işçi sınıfı ve halk yığınlarının
yoksulluğu daha da arttı.
4- Bütün işçi örgütleri, demokratik mücadele merkezleri ve siyasal
partiler yasaklandı. Söz, basın ve düşünce özgürlüğü tamamen
kaldırıldı. En zayıf muhalifler bile cezalandırıldı. Siyasal alanda
bütün demokratik hak ve özgürlükler rafa kaldırılıp, tam bir faşizm
hüküm sürdü.
5- Kürt halkının varlığı, dili, kültürü, milliyetçi ve şoven bir
propaganda eşliğinde inkâr edildi. Demokrasi isteyen Kürt halkı
katledildi.
Bütün bunlar birer iddia olarak ortaya atmak elbette basit bir
ajitasyonun ötesine geçmez. Sorun, bunları bir sınıf ve onun
uygulamaları olarak ortaya koymaktır. Şimdi yukarıda bahsettiğimiz
başlıkları daha yakından inceleyelim.
Feodal Toprak Mülkiyeti Kaldırılmadı
Ülke içerisinde çıkarları emperyalizm ile çelişen ulusal burjuvazi
ve yine çıkarları emperyalizm ile çelişen toprak ağalarının bir
bölümünün kurtuluş savaşının önderliğini ele aldığını söylemiştik.
Bu gerçek kendini, cumhuriyet kurulduktan sonra da gösterdi. Toprak
ağalarının emperyalizmle işbirliği yapan bölümünün topraklarına el
koyulurken, Kemalist ulusal burjuvaziyle hareket eden toprak
ağalarının topraklarına dokunulmadı. 1927 yılında dağıtılan hazine
topraklarının yüzde 90ı yine toprak ağalarınca ele geçirildi.
Köylülük, feodal toprak ağalarının zulmü ve baskısı altında
sömürüldü.
Yabancı Sermaye Varlığını Devam Ettirdi
Ulusal burjuvazi emperyalizme karşı yürütülen kurtuluş savaşına
önderlik etse de sürekli bir tutarsızlık ve ikilem içerisinde
olmuştur. Ülke içerisindeki emperyalizmin temsilcisi konumundaki
şirketler her daim var olmuştur. Kimi dönem yabancı şirketlere
tanınan ayrıcalıklar kısıtlanıp yabancı sermayenin gücü
sınırlandırılsa da hiçbir zaman emperyalist şirketlerin mallarına el
konulmamıştır. Hatta yabancı şirketler birçok devlet kuruluşuna
sonrasında ortak olmuştur.
Zaten Kemalist burjuvazi hiçbir zaman tam anlamıyla emperyalizme ve
onun şirketlerine karşı olmamıştır. En ileri noktada onların
yetkilerinin sınırlandırılmasını savunmuştur. Mustafa Kemal 1923
Şubatında, İzmirde düzenlenen kongrede; yabancı sermayenin ülkeye
çekilmesini savunur. Aynı konuşmasında yabancı sermayeye mutlak bir
egemenlik verilmemesi gerektiğini, onun yasalara bağlanması
gerektiğini söyler.
Evet, Kemalizm yabancı sermayeye tutarlı bir karşı çıkış göstermez.
O bir yandan yabancı sermayenin ülkeye çekilmesinin karşılıklı
yarar (M. Kemal) getireceğini söyler, diğer taraftan da onun
sınırlandırılması gerektiğini söyler. Ama bu sınırlandırma onun yok
edilmesi anlamına kesinlikle gelmez. Çünkü 1930lı yılların
ortalarında 26 milyonu bulan yabancı sermaye yatırımı mevcuttur.
Yabancı sermayenin __acılık alanında birçok __ası ve devlet
ortaklı şirketlerde de hisse senedi bulunmaktadır.
Burada bahsedilen Kemalist burjuvazinin yabancı sermayeye karşı
savaşmadığı değildir. Ülke içindeki zayıf özel sermayeyi desteklemek
amacıyla, yabancı sermayeye karşı belli ölçüde bir savaşım
verilmiştir. Bazı yabancı şirketler satın alınmış ve
devletleştirilmiştir. Gümrük sınırlandırmaları getirilmiştir. Burada
sorun şudur: Kemalist iktidar hiçbir zaman, tam anlamıyla yabancı
sermayeye yani emperyalizme karşı olmamıştır. Hatta onun belli
ölçülerde bulunmasının karşılıklı yarar getireceğini söylemiştir.
Yabancı kuruluşları devletleştirirken büyük fiyatlar ödemiş ve
yabancı sermayeyi oldukça memnun etmiştir. Tam bir ortada kalma, tam
bir tutarsızlık söz konusudur. Bu tutarsızlık ve emperyalizme karşı
verilen önemli açıklar, karşılıklı yarar ilkesi, büyük emperyalist
tekellerin ülkede egemen duruma gelmesinin önünü açmıştır. Ülkenin
emperyalizmin sömürgesi haline gelmesi Kurtuluş Savaşından sonra
emperyalizme verilen ödünlerden başlayan bir süreçtir. Bu açıklardan
faydalanan emperyalizmin, güçlü sermayesiyle ülkede bir süre sonra
egemen duruma gelmesi kaçınılmazdı. Bugün Kemalizmi savunan
aydınlar, kurtuluş savaşından bugüne yabancı sermaye karşısındaki
tutarsızlığı, ödünleri ve nesnel verileri görmeden soyut bir
anti-emperyalizm yorumu yaparlar. Oysaki bütün uygulama ve veriler
göstermektedir ki; ülkemizin emperyalizmin sömürgesi haline gelmesi,
kurtuluş savaşı sonrasında başlayan, emperyalizmle karşılıklı yarar
ilkesi üzerinden kurulan ilişkinin sonucudur.
Devlet Kapitalizminin Niteliği ve Özel Sermayenin Desteklenmesi
Türkiyede kurulan devlet işletmeleri ve Türkiyedeki devlet
kapitalizmini incelemeden önce genel olarak devlet kapitalizminin
niteliğini inceleyelim.
Devlet işletmelerinin niteliği üzerine tarihte bilinen ilk önemli
tartışma Almanyada Bismark diktatörlüğü döneminde kurulan devlet
işletmeleri üzerine olmuştur. Bir kısım sosyalist (bunlar gerçekte
sosyalist değil, sözde sosyalizmi savunan kapitalizmin
uşaklarıdır-Lassalleciler-) kapitalizm koşullarında kurulan devlet
işletmelerinin sosyalist işletmeler olduğunu söylemiş, böylece
sosyalizmin kurulmakta olduğu yaygarasına girişmişlerdir. Oysaki
Marksistler devlet işletmelerinin kapitalist işletmeler olduğunu,
buralarda sosyalizmi görmenin saçmalık olduğunu belirtmişlerdir:
Ama ne hisse senetli şirket durumuna dönüşüm, ne de devlet
mülkiyeti durumuna dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini
ortadan kaldırır. (Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, Sf. 398)
Engelsin belirttiği gibi, devlet mülkiyeti, devlet işletmeleri
sermaye niteliğinde yani kapitalist niteliktedir. Devlet
işletmelerin sahibi devletin niteliği ise asla sosyalist değildir:
Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özü bakımından kapitalist
bir makinedir: Kapitalistlerin devleti, düşüncede kolektif
kapitalist (Engels, Anti Dühring)
Tekelci kapitalist devlet hala burjuvazinin devletidir, hala
burjuvaziye hizmet etmekte ve işçi sınıfı ve halkların düşmanıdır.
Devlet, kendine ait işletmeler kurdu diye bir halk devleti durumuna
gelmez:
Üretici güçleri ne denli çok kendi mülkiyetine geçirirse, o denli
çok gerçek kolektif kapitalist durumuna gelir, yurttaşları o denli
çok sömürür. İşçiler ücretli işçiler, proleterler olarak kalırlar.
(Engels, Anti-Dühring)
Yukarıda devlet işletmelerinin ve işletmelere sahip devletin
kapitalist, burjuva niteliğini ve kime hizmet ettiğini göstermiş
bulunuyoruz. Şimdi kurtuluş savaşı sonrasında Türkiyede kurulan
devlet işletmelerinin ve bunların sahibi devletin niteliğini
inceleyelim.
O dönemi yorumlayan burjuva iktisatçılarda dahil birçok iktisatçı,
devlet kapitalist işletmelerin burjuvaziyi destekleme amacıyla
kurulduğunu belirtmişlerdir. C. Talas, özel sektörün zayıflığı
sonucu özel sermayeye karşı değil, onunla ortaklaşa yüründüğünü,
E. Tekeli de devletçilik özel girişimciliğe yol göstermekle görevli
bir devlet girişimiydi diyerek devlet işletmelerinin zayıf
burjuvaziyi destekleme amaçlı kurulduğunu itiraf etmişlerdir.
Emperyalizmin önemli kurumlarından biri olan Uluslar arası
Rekonstrüksiyon ve Kalkınma __ası heyeti raporunda Türkiyedeki
devlet işletmelerini ve devlet kapitalizmini yorumlarken şöyle
diyordu:
Devletçilik, özel mülkiyete karşı bir düşmanlıktan ya da
muhalefetten doğmuyordu. Gerçekte, bu, özel mülkiyete sempatinin ve
birçok alanda ona yardım sağlanmasının belirmesiydi.
Çok uzaklara gitmeye gerek yok. Kurulan devlet işletmelerinin
tüzüklerinde zaten, bu işletmelerin burjuvaziyi desteklemek, özel
sektörü güçlendirmek amacıyla kurulduğu belirtilmektedir. Tüzüklerde
ve kurum yöneticilerince yapılan açıklamalarda devlet işletmelerinin
kısa bir süre içinde özel işletmelere dönüştürülmesi ve özel
sermayeye kredi ve teşviklerle destek olunması gerektiğinden
bahsedilmektedir. Birkaç örnek verelim:
Örneğin devlet kuruluşu olan Maden __asına ilişkin yasada, özel
sanayi işletmeleri kurulmasına yardımcı olmasını ve bunu için
gerekli tüm ticaret ve kredi işlemlerini yerine getirmesini
öngörülüyordu. Yasanın 7. maddesinde, __a, kendisine bağlanan tüm
fabrikaları kendisi tarafından kuracağı hisse senetli şirketlere,
hisse senetlerinin %51ini ya kendi adına ya da Türk özel ve tüzel
kişileri adına geçirilmesi koşuluyla devretmeye yetkilidir deniyor.
Yani __a fabrikalarını burjuvaziye yani özel sermayeye devretmeye
yetkilidir. Bu sadece bir yetki değil, devlet işletmelerinin kuruluş
amacı olarak ortaya konuluyordu. __anın 1927 yılı faaliyetine
ilişkin raporda, __anın devlet şirketlerini hisse senetli
şirketlere dönüştürülmesi için maksimum çabayı göstermeye davet
ettiği söyleniyordu.(Rozaliyev, Türkiyede Kapitalizmin Gelişme
Özellikleri, Sf. 134)
Yine devlet kuruluşu olan Sümer__ ulusal özel sermaye ile
ortaklaşa çalışmakla (N. Halil, Büyük Meclis ve İnkilap)
görevlendiriliyordu. Sümer__a bağlı hisse senetli kuruluşların
oluşturulması ve bunların yok pahasına özel sermayeye devredilmesi
de genel bir uygulamaydı. Sümer__a ilişkinin yasanın 11.
maddesinde şöyle deniyor:
Sümer__, sermayesi bütünüyle devlete olan fabrikaları aldığı
andan bir yıl sonra, bu işletmelerin maliyetini değerlendirme
anındaki fiyatlar üzerinden bir uzmanlar komisyonu aracılığıyla
saptamalı ve __aya bağlı şirketlere dönüştürülmelidir. (
) Bu
şirketlerin hisse senetleri, % 100 __a adına çıkarılacaktır.
Hükümetin önerisi ve genel meclisin kararıyla, bu hisse senetlerinin
bir bölümünün ya da tümünün Türk kişilere ve şirketlere satılmasına
izin verilmektedir. (Düstur, Cilt 14, Sf. 1294)
Yasada, kısaca devlet işletmeleri hisse senetli şirketler
aracılığıyla burjuvaziye devredilecektir deniyor.
Yine devlet işletmeleri birçok özel girişime ortak olmuş, onu
desteklemiştir. Bu ortaklığın amacı güçsüz ulusal sermayeye destek
olmak ve onu güçlendirmekti. Ülkenin sanayi kuruluşlarının büyük
kısmı özel sanayi ortaklı hale geliyordu.
Bu destekleme ve özel sermayeyi güçlendirme politikası belli
başarısızlıkları içerse de istenilen sonucu verdi. Türkiye İş
__ası, Türkiyedeki en büyük özel sermaye olarak kendini
göstermiştir. Birçok devlet işletmesine ortak olmuş ve yeni
şirketler kurmuş, ülkede egemenliğini sağlamlaştırmıştır. Yine
Sabancı, Koç vb. büyük sermaye grupları bu politikanın (özel
sermayeyi destekleme politikasının) sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Bütün bunlarda görüldüğü gibi Türkiyede devlet işletmeleri zayıf
özel sermayeyi desteklemek, onu güçlendirmek amacıyla kurulmuş ve bu
amacı olabildiğince yerine getirmiştir. Yani devlet kapitalist
işletmeler baştan sona burjuvaziye hizmet etmişlerdir. Mustafa Kemal
devletçiliğin ve devlet kapitalizminin amacını şöyle belirtmiştir:
Bizim düşüncemize göre devletçiliğin temeli özel mülkiyet ve
kişisel girişim olmalı, ama yüce ulusun ve özel sermayenin fazla bir
şey yapamadığı ekonominin devletçe denetlenmek zorunda olduğu göz
önünde tutulmalıdır. (C. Kutayın kitabından)
Yani Atatürke göre devlet işletmelerinin amacı fazla bir şey
yapamayan ve güçsüz olan özel mülkiyeti desteklemektir. Yine
Atatürkün başında bulunduğu CHPnin 1935 Mayısındaki dördüncü
kongresinde kabul edilen programda Türkiye ekonomisinin temeli
olarak özel faaliyet ve girişim gösteriliyordu:
Devletin ekonomiye karışması, özel girişimciliğin teşviki ile
birlikte gerekli işletme kuruluşlarını gerçekleştirmek, bu
çalışmaları düzenlemek ve denetlemekten ibaret olmalıdır.
Bütün bunlar Türkiyede devlet işletmelerinin ve devlet
kapitalizminin zayıf burjuvaziye destek ve hizmet amaçlı olduğunu
gösteriyor. Bu özel bir çabayı gerektirmiyor. Çünkü hem devlet
işletmelerinin tüzükleri hem de Atatürkün açıklamaları bunu zaten
kendisi söylüyor.
Türkiyede Kurtuluş Savaşından sonra kurulan sosyo-ekonomik düzen
kapitalizmdir. Biçimi başlangıçta tekelci devlet kapitalizmidir. Ama
tekelci devlet kapitalizmi Mustafa Kemal ve Kemalist iktidar
açısından özel sermayenin güçsüz olduğu bir dönemde, onu desteklemek
ve güçlendirmek için başvurulan bir biçimdir.
Cumhuriyet Konusundaki Hayaller
Elbette her kapitalist üretim biçimi, burjuvazinin diktatörlüğüdür.
Türkiyede değişik biçimler alarak gelişen üretim biçimi de burjuva
diktatörlüğüdür. Yani burjuvazinin egemen sınıf olduğu bir
sistemdir.
Osmanlı devleti, feodal-bürokrat egemen sınıfların, köylüleri
sömürme ve onlar üzerinde egemenlik kurma aracıydı. Kurtuluş
savaşından sonra egemen sınıf durumuna gelen burjuvazi ülkede
kapitalist ilişkileri geliştirmiştir. Her kapitalist ülkede olduğu
gibi, Türkiye de bu yüzden burjuvazinin iktidarda olduğu ve burjuva
diktatörlüğünün hüküm sürdüğü bir ülkedir. Burada burjuva
diktatörlüğü ile kastedilen bir yönetim biçimi değil üretim
araçlarının özel ellerde bulunmasından yani özel mülkiyetten
kaynaklanan bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde egemenliğidir.
Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte iktidardaki burjuvazi ve onun
aydınları tarafından Türkiyede kurulan devletin ve sistemin
niteliği üzerine büyük bir propaganda başlatıldı. Burjuva aydınları
Türkiye devletinin sınıflar üstü olduğunu, hiçbir sınıfın tarafını
tutmadığını söylüyorlardı. Onlara göre devlet bütün sınıfların yani
tüm ulusun çıkarlarını savunuyordu. Bütün sınıfların mutluluğu için
çabalıyor ve yüksek ulusal çıkarlar doğrultusunda hareket
ediyordu.
Hatta Türkiye devletini kapitalizme karşı savaşan, gerçek sosyalist
devlet olduğunu ileri süren aydınlar da vardır.
Son görüşten başlarsak; üzerinde fazla durmaya gerek olmasa da bir
iki kelime söylenebilir. Türkiye devletinin kapitalist bir devlet
olmadığı, hatta sosyalist bir devlet olduğu ham bir hayalden başka
bir şey değildir. Tüm kurum kuruluşlarıyla ve programlarıyla
yeterince güçlü olmayan burjuvaziyi ve özel mülkiyeti güçlendirmeye
çalışan bir devlet sosyalist bir devlet olamaz. Sosyalist devlette
üretim araçları üzerinde özel mülkiyet yoktur; burjuvazi üzerinde
ise her alanda bir (proletaryanın) diktatörlük söz konusudur.
Devletin sınıflar üstü olduğu ve bütün sınıflara hizmet ettiği
propagandası yeni değil, devletin ortaya çıkmasına kadar giden eski
ve bayat bir görüştür. Devlet, bir sınıfın başka bir sınıf
üzerindeki egemenlik aracıdır. Sınıfların olmadığı toplumda ise
devlet olmaz. Her toplumda devlet bir sınıfa hizmet eder. Feodal
toplumda feodal bey ve ağalara, kapitalist toplumda burjuvaziye
(sermayeye), sosyalizmde ise işçi sınıfı ve tüm emekçi halka.
Türkiyedeki kapitalist düzenin varlığı koşullarında egemen sınıf
burjuvazidir. Burjuvazi, işçi sınıfı, köylülük (yoksul-orta ve
zengin köylülük) gibi sınıfların bulunduğu bir toplumda devlet
elbette bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenlik aracı
olacaktır. Bu devletteki bürokratların iradesinden bağımsız olan bir
olgudur. Bürokratlar çok iyi niyetli ve halkçı olsalar dahi
üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti olduğu sürece o devlet
burjuva-kapitalist bir devlettir. Türkiyede kurtuluş savaşından
sonraki durum da böyledir.
Faşist Diktatörlük
1920lı yılların başında İtalyada, 1933te Almanyada ve yakın
tarihlerde bir dizi ülkelerde faşist tekelci burjuvazi iktidara
geldi. Faşizm, yani tüm demokratik hak ve özgürlüklerin inkârı,
halkın en küçük taleplerinin en büyük terör ve şiddetle bastırılması
dünya burjuvazisi için bir seçenek durumuna gelmişti. Faşizm,
egemenliği tehdit edilen burjuvazinin iktidarını devam ettirme
yöntemlerinden birisi idi ve burjuvazi için birçok ülkede zorunluluk
haline gelmişti.
Faşizmin, en temel demokratik hak ve özgürlüklerin ayaklar altına
alınmasıdır. Faşizmin uygulamalarının başta gelenleri,
- Tek bir parti dışında bütün partilerin yasaklanması
- İşçi örgütlerinin, demokratik derneklerin yasaklanması, baskı
altına alınması veya zorla faşist örgütlerin dayatılması
- İşçilerin toplu-sözleşme, grev, iş bırakma gibi haklarının
ellerinde alınması
- Demokratların, komünistlerin katledilmesi ve tutuklanması
- Söz, basın ve düşünce özgürlüğünün inkâr edilmesi; dergi ve
gazetelerin yasaklanması
- Milliyetçi ve şoven bir propaganda ile halklar arasında düşmanlık
yayılması
Faşizmin daha birçok uygulaması sayılabilir, ama bunlar en önde
gelenleridir. Almanyadaki faşist diktatörlük dönemine bir bakalım:
Nazi partisi 14 Temmuz 1930de Alman İşçileri Nasyonal Sosyalist
Partisi, Almanyanın tek siyasi partisidir diye başlayan bir
kanunla ülkedeki tek parti olarak ilan ediliyor. Tüm sendikalar
yasaklanıp, işçilerin ve patronların bir arada bulunduğu emek
örgütleri faşistler tarafından kuruluyor. İşçilerin en temel
haklarından olan grev ve toplu sözleşme yasaklanıyor. Binlerce
komünist ve demokrat Nazi hücum kıtalarınca öldürülüyor, işkenceden
geçiriliyor. Binlerce gazete, dergi, kitap yasaklanıyor ve
meydanlarda yakılıyor. Alman milliyetçiliği körüklenip, diğer
uluslar aşağılanarak halklar arasında düşmanlıklar yaratılıyor.
Binlerce Yahudi bunun sonucu katlediliyor.
Faşizmin temel uygulamaları bunlardır. Şimdi Kurtuluş Savaşı
sonrasında Türkiyedeki temel demokratik hak ve özgürlüklerin
durumuna bakalım.
Kemalist iktidarın ilk önlemlerinden birisi, 1923 Temmuzunda Türkiye
İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası kapatmak; komünistleri ve işçi
önderlerini tutuklamak olmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)
ülkedeki tek siyasi parti idi. Mussolininin faşist partisinin
kullandığı slogan tekrar edilerek tüm halk CHPnin üyesi kabul
edilmiştir. Faşist İtalyada da tüm halk Faşist partinin üyesi ilan
edilmiş ve diğer partiler kapatılmıştı. 1923 1 Mayısında dağıtılan
bildiri bahane edilerek birçok sosyalist tutuklandı. 1925 yılında
Teali Amele Cemiyetinin 1 Mayısta büyük bir gösteri yapmak için
hazırlandığı sırada, dernek yöneticileri tutuklandı. Mahkeme 12
kişiyi 7-10 yıl hapse mahkum etti. Aynı yıl Aydınlık, Orak-Çekiç ve
Yoldaş dergileri kapatıldı. 1927 yılında 89 komünist tutuklandı ve
mahkûm edildi. 1930 yılından sonra da komünistlere ve mücadeleci
işçilere yönelik irili-ufaklı tutuklamalar devam etti. 1930-1938
arası her yıl komünistler tutuklandı.
1923 Ağustosunda demiryolu işçilerin grevi silahla bastırıldı;
işçiler yine silah zoruyla çalıştırıldı. 1926 yılında liman
işçilerinin yaptığı eylem polis tarafından bastırıldı ve birçok işçi
tutuklandı. 1927 Ocağında 3 bin kayıkçı grev ilan etti; polis ile
grevciler arasında çatışma çıktı, şehrin birçok yerinden işçiler
kayıkçılarla birlikte beraber mücadeleye katıldı. Çatışmada 10 işçi
öldürüldü, elli işçi yaralandı. 370 işçi tutuklandı. Kayıkçılar
Birliği baskı altına alındı. Yine 1927 yılında 2 bin tramvaycının
grevi zorbalıkla bastırıldı. 60 işçi önderi işten atıldı.
Yayınladıkları bildiri de şöyle diyorlardı:
Bu defa grevi kaybettik. Arkadaşlar, bu sizin için bir ders olsun.
Gelecek defa grevi kazanmak için kuvvet toplayalım ve örgütlenelim.
1927 yılında Takrir-i Sükun kanunu ile bütün işçi örgütleri gibi
Amele Teali Cemiyeti de kapatıldı. Bu konuda Kızıl Sendikalar
Birliği yayınladığı bildiride şöyle der:
Halk partisi hükümeti, uzun zamandır sendikaları ele geçirip faşist
birer örgüt haline getirmeye çalıştı. Fakat ne çarlık zamanının
milli istihbarat şefi Zubatovun kullandığı metotlar, ne rüşvet, ne
baskı işçi yığınlarının sınıfsal sendika örgütlerine karşı doğal
sevgi ve meylini azaltamadı. Parlamento seçimlerinde Halk Partisi
tekrar iktidara geldikten ve Kemal Paşanın beş gün süren, Türk
demokrasisinin başarısını öven nutkundan sonra işi sendikalarının
merkezleri yağma ediliyor. İşte bütün burjuva demokratlarının
sözleri ve işte işleri.
1927 yılının Ağustosunda Adana demiryolu işçilerinin grevi patladı.
Hükümet işçilerin üzerine gönderdiği askeri birliklerle silahsız
işçilere, onların eş ve çocuklarına ateş açtı. Birçok işçi ve eşi
öldü, 22 işçi önderi tutuklandı.
Daha birçok işçi eylemi faşist zorbalıkla bastırıldı.
Birçok grev yasaklandı. İtalyan Ceza Kanunlarından alınan bugün de
varlığını koruyan 141. ve 142. faşist maddeler halk üzerindeki
baskıyı daha da arttırdı. Birçok işçi derneği kapatıldı ve
yasaklandı. 1931de çıkarılan basın kanunuyla basın özgürlüğü
tamamen yok edildi. 1398de çıkarılan Cemiyetler kanunu ile siyasi
parti kurulması tamamen yasaklandı.
Devlet, işçi sınıfının en küçük hak arama talebine bile azgınca
saldırdı, işçileri tutukladı, katletti. Bütün muhalif yayın ve
örgütler yasaklandı, baskı altına alındı. Devlet sermayenin önündeki
en küçük engeli dahi kaldırmak için en büyük terörü uygulamaktan,
bütün demokratik hak ve özgürlükleri ayaklar altına almaktan
çekinmemiştir. Ahmet Hamdi Başar liman işçilerinin durumunu şöyle
anlatıyor:
Amelelerin Gündelikleri ve kazançları, onları ve ailelerine en
sefil hayat şartlarını bile korumaktan uzaktır. (Hatıralar, Barış
Dünyası, Sayı 63)
Kurtuluş savaşı işgalcilere karşı Türk ve Kürt halkının ortak
mücadelesi ile kazanılmış bir savaştır. Bunu dönemin burjuva
önderleri dahi kabul etmektedir. Bir milletvekili Birinci Mecliste
düşmanı kaderi olan felaket çukuruna gömerken, dökülen kanlar, yine
Türk ile Kürdün kanıydı derken bu gerçeği ifade ediyordu. Yine
İsmet İnönü Lozanda şöyle diyordu:
Türk temsilci heyeti, Dünya Savaşına ve bağımsızlık savaşına
katılmış Türk ordusunun bütün komutanlarının, yurdun kurtuluşu için
Kürt halkının yaptığı hizmetleri ve katlandığı fedakarlıkları saygı
ve hayranlıkla belirttiklerini söylemeyi bir ödev bilmektedir.
Özellikle sultana ve şimdi ortadan kaldırılmış İstanbul hükümetine
karşı savaşta, düşmanlarımızın saldırısına uğramış Anadolunun
çeşitli cephelerinin savunulmasında olduğu gibi, Yunanlıların tam
bir bozgunuyla sonuçlanan saldırıda da, aynı amaca varmak ve aynı
ülküyü gerçekleştirmek için, Kürtlerle Türkler tam bir işbirliği
içinde çalışmışlardır.
Evet, Kürtler emperyalizme karşı Türk halkıyla kol kola savaşmıştır.
Ama Kemalist iktidar, kurtuluş savaşı sırasında bu kadar övdüğü Kürt
halkını, kurtuluş savaşından sonra tanımamış, inkâr etmiş ve en
küçük hak talebini terörle bastırmıştır.
Kürt halkı en temel haklardan olan dilini, kültürünü yaşamak
istemiş, Kürt kimliğinin tanınmasını istemiştir. Türk hükümetinin
Kürt halkı üzerindeki faşist ulusal baskı siyaseti Kürt halkını
isyanlara ve ayaklanmalara zorlamıştır. Kürt halkı üzerindeki terör
ve baskı o kadar yoğundur ki, bu baskıya karşı ayaklanmaktan başka
bir çare kalmamaktadır.
1925te dini motifleri de içeren, bununla birlikte Kürt halkının
demokratik istemlerinin bir ifadesi olan Şeyh Sait isyanı, 1926-1927
yıllarında Hınıs, Varto, Muş, Bingöl ve daha birçok yerde ortaya
çıkan ayaklanmalar, 1928den 1934e kadar süren Ağrı ayaklanması,
1938 yılındaki Dersim ayaklanması Kürt halkının ulusal baskıya karşı
demokratik taleplerle gerçekleştirdiği başkaldırılardı.
Kürt halkının yaşadığı bölgelerde sürekli olarak askeri baskı, terör
ve katliam var olmuştur. Dersim ayaklanması öncesinde Dersimde
neredeyse her kavşağa jandarma karakolu kuruldu. Kürt köyleri daha o
zamanlarda yakılmış, Kürt halkı işkencelerden geçirilmiştir.
İktidardaki burjuvazinin, Kürt halkı üzerindeki ulusal baskısının
temel sebebi, halk yığınlarını bölmek, halkları birbirine düşman
edip kırdırmaktır. Kullandığı temel araç ise milliyetçi-şoven
propaganda, Kürt halkının varlığını inkâr etme ve bu politikanın
gereği olan ulusal faşist baskıdır.
Bu politika şu ilkeye dayanmıştır: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran
Türkiye Halki'na Türk Milleti denir." (Atatürk). Yani ülkede kendine
Kürt diyen insanlar varsa onlar vatan hainidir. Onların varlığını
tanımak değil, onları katletmek, dilini, kültürünü ve kimliğini yok
saymak gerekir. Kendine Kürdüm diyen insanların talepleri ise
bölücülüktür. Yani onların kendi dilinde konuşmak istemeleri
saçmalıktır. Onlar kendi kimliklerinden vazgeçmeli, kendi dillerini,
kültür ve tarihlerini inkâr etmeleri gerekmektedir. Yok, eğer,
bunları savunurlarsa başlarına gelecek olan bombadır, katliamdır.
Dersimde böyle olmuştur, Munzur kan akmıştır. Sadece Dersimde 40 bin
olmak üzere on binlerce Kürt sadece Kürt oldukları için
katledilmişlerdir. Bir Kürt halk türküsünde şöyle denir:
Bunlar haydut deyip emir verdiler
Kadın-çocuk demeyip vurdular.
Diyarbakırlı, Van'lı, Erzurum'lu, Trabzon'lu, Istanbul'lu,
Trakya'lı ve Makedonya'lı, hep bir irkin evlatları, hep ayni
cevherin damarlarıdır. ( Atatürk, 1932 )
Kemalist hükümetinin tarihinde Kürt halkı yoktur. Oysaki Kürt
halkının tarihi M.Ö 2000 yıllarına kadar uzanmaktadır ve
Ortadoğunun en eski halklarındandır. Tarihsel süreç içerisinde
kendilerine özgü bir dil, kültür ve ulusal özellikler edinmişlerdir.
Yazılı Kürt edebiyatına ait belgeler ise 11. yydan itibaren
mevcuttur. Birçok Kürtçe eser yazılmıştır. 17. yy. Kürt şairlerinden
Ahmet-e Xani, Kürtçe yazdığı destanını şöyle açıklar:
Çeşitli milletler kitap sahibidir de,
Sadece Kürtler nasipsizdirler
Oysaki gerçek tarihte Kürt halkı, Kürt ulusu vardır. Bu tarihsel bir
süreç ve nesnel bir gerçekliktir. Bu ulusun varlığını, dilini,
kültürünü tanımamak; yok saymak ve herkes Türktür demek, işte
ulusal baskı ve inkârın ülkemizde yaşanan biçimi budur. Kürt halkı
için dağda yaşayan Türktür denildi, Türklerin Anadoluya göçen bir
koludur denildi.
Ama bir ulus olarak var olan, kendi dil, kültür ve kimliğine sahip
olan Kürt halkı bunu kabul etmediği için katledildi. İşte Kemalist
burjuvazinin ulusal siyaseti budur. Kemalist burjuvazinin
demokrasi dediği bir ulusun varlığını inkâr etmek, dilini ve
kültürünü tanımamak, yasaklamak ve halkı katletmektir. Aynı
demokrasiyi uygulayanlardan Cemal Gürsel şöyle demektedir:
Eğer
dağlı Türkler rahat durmazlarsa, ordu şehir ve köylerini
bombalayıp yıkmakta tereddüt etmeyecektir. Öyleyse bir kan gölü
olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır.
Kemalist burjuvazi, bütün demokrasi söylemlerine, bütün tarafsızlık
iddialarına karşın; her türlü işçi örgüt ve eylemlerini, muhalif,
demokrat ve devrimci fikir, örgüt ve partileri kapatmış, yasaklamış
ve baskı altına almıştır. Onun için demokrasi sadece ağızda sıkı sık
çiğnenen bir sakızdır. Oysaki gerçek hayat en ufak işçi grevinin
dahi silahla bastırılmasını, her muhalif derneğin kapatılmasını,
Kürt halkı üzerinde uygulanan terörü gösteriyor. Türk devletinin ve
Kemalist burjuvazinin faşist niteliğini gösteriyor. Bu uygulamalar
dünyada iktidara gelen faşist yönetimlerin uygulamaları ile birebir
denk düşer. Kurtuluş savaşından yeni çıkan yorgun ve güçsüz
burjuvazinin faşizmden başka bir seçeneği kalmamıştı.
Sınıfsız Toplum Yalanı
Kemalizmi ve Kemalist iktidarın uygulamalarını savunanlara göre
kurtuluş savaşından çıkan Türkiyede henüz sınıflar yoktu. Bütün
çıkarları kaynaşmış bir ulus vardı. M. Kemal ve grubu ise bu
sınıfsız ulusun, ulusun tümünün temsilcisiydi. Devlette ulusun
tamamının çıkarlarının savunucusuydu.
Devletin ulusun tamamının çıkarlarını temsil etmesi olgusunun bir
burjuva propagandası olduğunu yukarıda belirttik.
Tarih, ilkel komünal toplum hariç sınıflar savaşımının tarihidir
demiştik. Demek bu Marksist önermeye bir de Türkiye toplumu hariç
diye eklemek lazımmış. Yani Türkiye toplumunda köylüler yoktur,
Osmanlıda egemen olan, kurtuluş savaşından sonra da toprakların
büyük bir kısmına sahip olan toprak ağaları yoktur. Limanlarda,
atölyelerde çalışan işçiler, bunların sahibi burjuvalar da yoktur.
Böyle pervasızca, göz göre göre saçmalayan bir tez yıllarca Kemalist
burjuvazi ve onun ideologlarının iddiası ve propagandası olmuştur.
Kemalist iktidar döneminde sınıf savaşımı terimini kullanmak, bunu
savunmak yasaklanmıştı. Sınıf savaşımı olduğunu söyleyen yayınlar
ise yasaklanmış ve kapatılmıştır. Aslında toplumda sınıfların
olmadığı, ulusun tek ve kaynaşmış bir kitle olduğu fikri sadece M.
Kemale ait değildir. İşçi sınıfı ve halk yığınlarını uyutmak;
onların karşısındaki düşmanın burjuvazi olduğunu görmesini
engellemek için ulus edebiyatı, milliyetçilik propagandası ve
çıkarların ortaklığı üzerine burjuva gevezeliği yapmak bütün
ülkelerin burjuvaları için geçerli ve kullanılan bir yöntemdir. Ama
bunun tersini iddia edenleri cezalandırmak, hapse atmak, işkence
etmek; bütün bunları açıktan yapmak belli başlı faşist ülkelere
nasip olmuştur. Örneğin Hitler Almanyasında, Nazilere göre
sınıflar yoktur; Alman ırkı tamamen kaynaşmış, yüksek bir ulustur.
Aynı Kemalist burjuvazinin yaptığı gibi Naziler de sınıf
savaşımından bahsetmeyi yasaklamışlar ve muhalif unsurları baskı
altına almışlardır.
Türk
Şovenizmi ve Saçmalama Düzeyine Varan Aşırılıklar
Milliyetçilik, faşizm tarafından kullanılan argümanlardan birisidir.
Faşizm, bunu kullanırken, diğer halklara karşı yarattığı kinle
halkın gerçek düşmanı görmesini engellemeyi amaçlar. Hitler bu
amaçla şöyle diyordu: Bu dünyada üstün ırktan olmayan herkes, adi
bir yaratıktır. Yani Arien ırkı dışındaki bütün uluslar adi
yaratıklardır. Bunlar uygarlığın düşmanlarıdırlar. Hitlere göre
Arien ırkı bütün dünyanın en üstün, en yetenekli, bütün kültür ve
değerlerin yaratıcısıdır.
Hitler faşizmi, şovenizmi kullanırken, en önemli noktayı kendi
ulusunu, kendi ırkını (Arien) yüceltmek, onun değerlerini ve
özelliklerini saçmalama derecesine kadar abartmak, Alman tarihini
dünyanın en onurlu tarihi olarak göstermek olarak görmüştür. Böyle
bir propagandanın etkili olması diğer ırk ve ulusları küçük görmeyi,
onları düşman ilan etmeyi gerektirir. Çünkü onlar üstün ve yetenekli
insanların ırkından değildirler. Onlar yeteneksizdir, beceriksizdir,
tembeldirler. Bu propagandanın amacı, Alman işçi sınıfı ve halk
yığınlarının gerçek düşmanı olan Alman tekelci sermayesinin
iktidarını korumak; halk yığınlarını yaratılan düşman uluslara
karşı nefretle, kinle doldurmaktır. Böylece halk yığınlarının gözü
düşman ulusların üzerindeyken, Alman tekelci sermayesi aynı
milliyeti paylaştığı halkı kolayca sömürebilecek ve iktidarını
koruyabilecekti.
Yazımızda genelde Alman faşizminden örnekler vermemizin sebebi, onun
faşizmin en yalın biçimi olmasıdır. Diğer ülkelerdeki faşizm
uygulamaları da benzer özellikler göstermektedir.
Şimdi gelelim M. Kemalin ve Kemalist burjuvazinin propagandasına.
Dünya yüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz
bir millet yoktur ve bütün insanlık tarihinde
görülmemiştir...(Atatürk)
Atatürk bütün bir insanlık tarihini incelemiş, insan toplumunun
ırklara ayrılma, sonrasında da milletlerin oluşması sürecinde ilk
ortaya çıkan milletin Türk milleti olduğunu keşfetmiştir! Diğer
milletler pislik içerisindedir. Kimi az kimi çok ama hepsi pislik
içerisindedir! Ama Türk milletinin tarihi çok temizdir! Atatürk
burada temiz kavramıyla neyi ifade ediyor, bu tam bir muamma.
Çünkü her millet gibi Türk milleti içinde de sömürücü sınıflar
olmuştur. Feodal Türk ağaları köylüleri acımasızca sömürmüş,
köylülerin yoksulluk ve açlık içinde yaşamasına sebep olmuştur. Yine
Türk burjuvazisi, halkı sömürmüş, faşist zorbalık altında inletmiş,
kar uğruna binlerce işçi ve devrimciyi katletmiş, hapishanelere
tıkmıştır. Ama bunlar sadece Türk egemen sınıflarına özgü
uygulamalar değil, bütün milletlerin egemen sınıflarınca yapılan
uygulamalardır. Bu sebeple Türk halkının tarihi diğer halkların
tarihi kadar temizdir, Türk egemen sınıflarının tarihi de diğer
milletlerin egemen sınıflarının tarihi kadar pislik içerisindedir.
Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk
milleti zekidir.(Atatürk)
Türk milleti zekidir, diğer milletler zeki değildir, diğer milletler
çalışkan değil aynı zamanda karaktersizdir. Elbette Atatürk bunu bu
şekilde söylemiyor. Belki de böyle düşünmüyor ama ulusa yönelik boş
bir abartma söz konusu. Bu propagandanın, bir ulusu yücelten ve
diğer uluslara düşmanlaştıran faşist bir propaganda olduğunu
belirtmiştik. Zaten baştan sona yanlış bir tahlildir. Sınıfları
dikkate almayan burjuva bir tahlildir. Türk burjuvazisi hiç de
çalışkan değildir. Onlar milyonlarca işçi ve köylüyü sömürerek
zenginlik içinde yaşarlar, tembeldirler. Eğer karakterden
bahsedersek, bütün milliyetten burjuvalar gibi Türk burjuvazisi de
sömürücü, asalak, çürümüş ve gericidir; insani kriterler açısından
dahi karaktersizdir. Ama Atatürk ulusu överken aslında söylediği
niteliklere hiç de sahip olmayan burjuvaziyi övüyor. Halk yığınları
içerisinde yaşasın ulusumuz naraları ile burjuvaziye karşı sempati
yaratmaya çalışıyor. Atatürkün bu tür şoven, faşist milliyetçi
sözlerini daha da sıralayabiliriz:
Türk Milleti kahramanlıkta olduğu kadar kabiliyet ve hünerde de
bütün milletlerden üstündür.
Türk'ün saygınlığı, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür.
Hiçbir millet, milletimizden çok yabancı unsurların inanış ve
ibadetlerine saygı göstermemiştir.
Çünkü Türk; derin ve şanlı geçmişin; büyük, kudretli atalarının
kutsal miraslarını bu yurtta da muhafaza edebileceğinden mirasları,
şimdiye kadar olduğundan çok fazla zenginleştirebileceğinden
emindir.
Türk! Öğün. Çalış. Güven.
Türkler irfan ve marifet aşığıdır.
Ne mutlu Türküm diyene!
Bütün bunlar bir ulusu aşırı övme, diğer uluslardan daha üstün
olduğu yanılsamasını yaratma, böylece diğer ulusları isteyerek veya
istemeyerek aşağılama, Hitlerin yaptığı gibi aşırı bir
milliyetçilikle halkın gerçek düşmanını yani ulusun içindeki
sömürücü sınıfları görmesini engelleme amacını taşıyordu. Türk ulusu
o kadar yücedir ki; Türk ulusu içinde sömürücü sınıflar olamaz;
Türk ulusu o kadar yücedir ki; Türk sömürücü sınıfları düşman
olamaz. İşte Hitlerin, Mussolininin ve birçok faşist iktidarın
yaptığı milliyetçi ve faşist propaganda budur. Kemalist burjuvazi ve
onun temsilcisi olan Atatürk de bütün demokratik hak ve özgürlükleri
yok ederken, işçilerin üzerine silahlı kuvvetler gönderirken, Kürt
halkını katlederken bu faşist propagandayı kullanmıştır.
Kemalist İktidarın İlerici Nitelikteki Reformlarının Anlamı
Kemalist iktidar ilerici reformlarını kurtuluş savaşı sırasında
mücadele eden halk yığınlarının baskısı, anti-emperyalist ve
anti-feodal eğiliminin zorlaması ile yapmıştır. Yani kurtuluş
savaşının ilerici mirası etkisini bir süre daha göstermiştir.
Bu reformların bir kısmı doğrudan eski feodal iktidarın organ ve
üstyapı kurumlarına savaşımı içeriyordu. Bunlara örnek olarak;
saltanatın kaldırılması (1 Kasım 1922), Cumhuriyet'in ilanı (29 Ekim
1923), Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924), Tekke ve Zaviyelerle
Türbelerin Seddine (Kapatılmasına) ve Türbedarlıklar ile Birtakım
Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun (30 Kasım 1925)
gösterilebilir. Bir kısmı da kapitalizmin gelişmesi ve dünya
kapitalist pazarıyla uyum sağlamak için yapılan ileri reformlardı.
Bunlara örnek olarak da, Beynelmilel Saat ve Takvim Hakkındaki
Kanunların Kabulü ( 26 Aralık 1925 ) , Ölçüler Kanunu ( 1 Nisan 1931
), Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun (26 Kasım 1934 ),
Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun ( 3 Aralık 1934 ),
Soyadı Kanunu ( 21 Haziran 1934 ) gösterilebilir.
Bütün bu reformlar ilerici niteliktedir. Feodal üst yapı ile savaşır
ve kapitalizmin gelişmesinin önündeki engeller kaldırır. Bunlar
bütün burjuva devrimlerin görevlerindendir. Ama Kemalist iktidar bu
görevleri tam anlamıyla yerine getirmez. Hilafeti kaldırır ama
Atatürk camilerde konuşmalar yapmaktan vazgeçmez. Mesela Atatürk bir
konuşmasında dinci gericiliğe nasıl göz kırptığına bir bakalım:
Ey Millet, Allah birdir. Sanı büyüktür. Allahın esenliği, sevgisi
ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri,
Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve
elçi seçilmiştir. Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki, yüce
Kurandaki manası açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyiz ruhu vermiş
olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla,
mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor.
Yine saltanatı kaldırır ama toprak ağalığı düzeninin devam etmesine
ses çıkarılmaz. Köylüler ağalık düzenin köleci sömürüsüne zorlanır.
Daha birçok örnek verilebilir.
Ölçü, soyadı ve harf kanunları da belirttiğimiz gibi kapitalizmin
gelişmesi için zorunlu uygulamalardı. Mesela, batı ile ticarette
zorluk çıkartan bir sayı sistemi, alfabe, ölçü sistemi tercih
edilemezdi, edilmedi de.
İlerici reformların diğer bir kısmı da kurtuluş savaşının ilerici
mirasıyla yapılan anti-emperyalist nitelikteki reformlardır. Bu
reformlara yabancı sermayenin bir miktar sınırlandırılması örnek
verilebilir.
Peki, bu reformların anlamı nedir? Yoksa gerçekten M. Kemal sınıflar
üstü bir insan mıydı? Kemalist devlet bütün topluma hizmet etmeyi
amaçlayan bir devlet miydi?
Bütün bu soruların cevabı yukarı bölümlerde açıklanmıştır. Bu
reformların büyük kısmı ülke burjuvazisinin ihtiyacı olarak yapılmış
ilerici reformlardır. Yani, saltanatın kaldırılması, harf, ölçü vb.
kanunlar kapitalizmin gelişimi için, ticaret için zorunlu olan
kanunlardı. Bunlar öncelikle anti-feodal içerikli olup, başta
burjuvaziye olmak üzere tüm halka hizmet etmiş ve kapitalizmin
gelişiminin önünü açmıştır.
Kurtuluş savaşının ilerici mirası da bu reformlarda etkili olmuştur.
Ama bu reformlar, birincisi; öncelikle burjuvaziye hizmet
etmektedir, ikincisi; bir devletin niteliği, bir sosyo-ekonomik
düzenin niteliği reformlar ile değişmez. Yani ilerici reformları,
kurtuluş savaşından sonraki Türkiyede sistemin kapitalist sistem
olmadığının, burjuva diktatörlüğü olmadığının kanıtı saymak
çocukçadır. Çünkü bir sistemin niteliğini belirleyen hangi harfi,
ölçüyü kullandığı, yöneticilerini nasıl belirlediği değil; üretim
araçlarındaki mülkiyetin niteliğidir. Kısacası, özel mülkiyet var
olduğu sürece istenildiği kadar ölçüler, harfler değiştirilsin,
saltanat, hilafet kaldırılsın; o sistem hala kapitalist sistem ve
burjuva diktatörlüğüdür. Bir örnek verelim: İngilterede hala
saltanat kaldırılmamıştır. Ama İngilterenin kapitalist bir ülke
olmadığını kimse iddia edemez. Veya Türkiye uluslar arası ölçü ve
harfleri değil de Çin harflerini ve ölçü sistemi kullansaydı
kapitalist olmayacak mıydı? Şurası inkâr edilemez ki, bütün bu
önlemler ilericidir; ancak kapitalizmin gelişmesinin önünü açar ve
sistemin niteliğini değiştirmez. Bu konuda boş hayallere ve
reformist umutlara kapılmamak gerekir.
Kurtuluş savaşına önderlik eden ulusal burjuvazi, halk yığınları ile
birlikte feodalizme ve emperyalizme karşı savaştı. Ama ulusal
burjuvazinin (toprak ağalarının bir kısmı ile birlikte) önderlik
ettiği bir ulusal hareket ve bunun sonucu ortaya çıkan siyasal
iktidar; ulusal burjuvazinin sınıfsal niteliğinden dolayı
tutarsızdır demiştik. Emperyalizme karşıdır, ama tutarlı bir
karşıtlık değil, feodal-bürokratik Osmanlı sistemine karşıdır, ama
tutarlı bir karşıtlık değil. Bir yandan emperyalizmin
sınırlandırılmasını savunurken diğer yandan emperyalist şirketlerin
ülke içindeki varlığını devam ettirmesine izin verir. Bir yandan
feodal-bürokratik düzenin saltanat, hilafet gibi üst yapı
kurumlarına karşı savaşırken, işbirlikçi feodal toprak sahiplerinin
topraklarına el koyarken, diğer yandan toprak ağalarının
topraklarının büyük bir kısmına dokunmaz ve feodal kölelik devam
ettirilir. İşte böyle bir tutarsızlık söz konusudur.
Bu reformlar sadece sosyo-ekonomik sistemin kapitalizm olma
özelliğini değiştirmemekle kalmazlar. Siyasal sistemin de giderek
faşizme evirilmesi gerçeğini de değiştirmez. Şapka kanunu ile feodal
kültürle bir savaşa girilmiştir, doğrudur. Ama aynı zamanda yüzlerce
işçi, komünist öldürülmüş, dergi ve gazeteler yasaklanmış, Kürt
halkı katledilmiş, siyasal parti ve dernekler yasaklanmış ve daha
niceleri. Yani ülkenin faşist diktatörlük olma özelliği
değişmemiştir.
Ama Kemalistler hala şapka, harf, hilafet kanunu vb. ilerici,
anti-feodal kanunları öne sürerek, koskoca bir üretim biçiminin, bir
sosyo-ekonomik düzenin kapitalist niteliğini, siyasal düzenin faşist
olması gerçeğini gözlerden saklamaya çalışıyorlar. Ama sosyalist de
diyemiyorlar. Çünkü Atatürk sosyalizm karşıtlığını, özel mülkiyet
severliğini defalarca sözleri ve uygulamalarıyla dile getirmiştir.
Bu uygulamaları yukarıda inceledik ama bir alıntı daha ekleyelim:
"Türkiye'de Bolşeviklik olmayacaktır." ( Mustafa Kemal Atatürk )
Atatürk konusundaki gerçeği Lenin de dile getirmiştir:
"Mustafa Kemal sosyalist degil"(dir) ( Lenin )
Sözü daha fazla uzatmaya gerek yok.
Kemalist Burjuvazi Kurtuluş Savaşındaki İlerici Niteliğini
Kaybetmiştir
Ulusal burjuvazinin emperyalizm ve feodalizm karşısındaki ikilemine
ve tutarsızlığına değinmiştik. Bu sosyal ve nesnel bir olgudur.
Kurtuluş savaşı sırasında önderliği elinde tutan ve ilerici bir rol
oynayan ulusal burjuvazi ve onun temsilcileri olan M. Kemal ve grubu,
Kurtuluş savaşından sonra işçi sınıfı ve emekçiler üzerinde tam bir
diktatörlük kurmuş, emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya
girişmiştir. Bu olgu, bir yanılsama veya tarihten sapma değil,
Marksizm-Leninizmin teorik tespitleriyle tamamen uyuşan bir
gerçektir. Marksizm-Leninizm gerçek ve tutarlı bir anti-emperyalist,
anti-feodal savaş için işçi sınıfının savaşın önder sınıfı olması
gerektiğini söyler. Bu savaşa burjuvazi önderlik ettiği koşullarda
işçi sınıfı önderliği eline geçirmeye çalışır. Ama bunu savaşı
köstekleyerek değil, tüm güçleriyle anti-emperyalist, anti-feodal
savaşa destek vererek yapar. İşçi sınıfı eğer bu mücadeleye önderlik
edemez ve önderlik burjuvaziye geçerse, o zaman anti-emperyalist ve
anti-feodal savaşın başarı şansı azalır. Başarılı olsa dahi geri
dönüş kesindir. Çünkü emperyalizm döneminde burjuvazi gericidir.
Emperyalizme karşı verilen savaştan sonra burjuvazi varlığını ve
egemenliğini devam ettirmesi için, işçi sınıfı ve halk yığınlarını
baskı altına alması gerekir. İşçi sınıfının olası bir devriminden
korkusu, emperyalist rekabetin zorlu şartları ve baskısı ulusal
burjuvaziyi emperyalizm ile uyuşmaya ve işbirliğine zorlar.
Stalinin dediği gibi işçi sınıfının önderlik etmeği ve sosyalist
devrimle taçlandırılmayan bütün anti-emperyalist mücadeleler yeniden
emperyalizme bağlanmaya mahkûmdurlar.
İşte Türkiyedeki süreç de bu teorik tahlile denk düşen bir hat
izledi. Kurtuluş savaşına önderlik eden ulusal burjuvazi (ve onun
politik önderleri olan M. Kemal ve grubu), kurtuluş savaşından sonra
ilerici niteliğini kaybetti. Halk yığınları üzerinde kendi
diktatörlüğünü kurdu, emperyalizm ve feodalizmle uzlaşmaya girdi.
İlerici özelliğini kaybetti ve ulusal burjuvazi işbirlikçi, faşist
burjuvazi ve onun sözcüleri de faşist, işbirlikçi politikacılar
haline geldi.
İşte M. Kemalin iki ayrı dönemdeki (Kurtuluş savaşı sırası ve
kurtuluş savaşı sonrası) niteliği ve sınıflar mücadelesindeki konumu
böyledir. O, tarihten, sınıf mücadelesinden soyut bir kişilik
değildir. O, her insan gibi bir sınıfın hizmetindedir. Yalpalayan,
tutarsızlıklar sergileyen ve en sonunda emperyalizmle uyuşan
burjuvazinin temsilcisidir. Kurtuluş savaşı sırasında bazı
eksiklikleri olsa da anti-emperyalist ve ilerici, kurtuluş
savaşından sonra ise, emperyalizm ve feodalizmle uzlaşan, faşist bir
gericidir.
|
|