|
Nazım Hikmet'in Hayatı
ve Sanatı
Nazım Hikmet Ran (1902-1963)
Selanik'de doğmuştur (1902). İlköğrenimini İstanbul'da Göztepe
Taşmektep, Galatasaray Lisesi ilk bölümü (1914), Nişantaşı Numune
Mektebi'nde tamamlamış, orta öğrenimi ise, daha 12 yaşında iken
yazdığı "Bir Bahriyelinin Ağzından" adlı bir şiirini dinleyip çok
beğenen Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın öğüdü üzerine geçtiği
Heybeliada Bahriye Mektebi'nda yapmıştır (1918). Nazım Hikmet
Bahriye'yi bitirdikten sonra Hamidiye Kruvazörü'ne stajyer güverte
subayı olarak verilmiş, bir gece nöbetinde üşütüp zatülcemp olmuş
(1919), sağlığını kazanamayınca askerlikten çürüğe çıkarılmıştır
(1920).
Askerlikten ayrıldıktan sonra, İstanbul'un işgaline çok üzülen Nâzım
Hikmet Millî Mücadele'ye katılmak üzere Anadolu'ya geçmiş, Bolu
Lisesi'nde kısa bir süre öğretmenlik yapmıştır (1921). Rus
devrimiyle ilgilenen şair, bir süre sonra Batum'dan Moskova'ya
gitmiş ve Doğu Üniversitesi'nde ekonomi ve toplumbilim okumuştur
(1922-1924). Yurda dönüşünden sonra Aydınlık dergisine katılmış,
burada çıkan şiirlerinden ötürü hakkında "gıyaben" mahkumiyet kararı
verildiğine öğrenince yeniden Rusya'ya geçmiş, af çıkması üzerine
Türkiye'ye dönmüş ve bir süre Hopa cezaevinde tutuklu kalmıştır
(1928).
Nâzım Hikmet daha sonra İstanbul'a yerleşmiş, çeşitli gazete ve
dergilerle film stüdyolarında çalışmış, ilk şiir kitaplarını
çıkarmış ve oyunlarını yazmıştır (1928-1932). Bir ara yine
tutuklanmış, Cumhuriyet'in 10. yılı dolayısıyla çıkarılan af yasası
ile özgürlüğüne kavuşmuştur. Akşam Son Posta, Tan gazetelerinde
Orhan Selim takma adıyla fıkra yazarlığı ve başyazarlık yapmıştır
(1933).
Kara Harp Okulu öğrencileri arasında propaganda yaptığı iddiasıyla
yargılanmış, Harp Okulu Askeri Mahkemesi'nce 15 yıl, ardından
Donanma içinde faaliyette bulunduğu iddiasıyla da Donanma
Komutanlığı Askeri Mahkemesi'nce 20 yıl olmak üzere toplam 35 yıl
hapis cezasına çarptırılmış, cezası Türk Ceza Kanunu'nun 68 ve 77
maddeleri uyarınca 28 yıl dört aya indirilmiştir (1938). Demokrat
Parti'nin iktidara gelmesinden sonra çıkarılan af yasası (1950)
kapsamına alınması için aydınlar tarafından açılan büyük bir
kampanyanın ardından, hukukçular yasal yollara başvurmuş, bu arada
Nâzım Hikmet'de hapishanede açlık grevine başlamıştır. Sonunda Nâzım
Hikmet'in geri kalan cezası affedilmiş ve şair 13 yıl hapislikten
sonra özgürlüğüne kavuşmuştur.
Serbest bırakıldıktan sonra iş bulamayan, kitap çıkaramayan şair
için bu kez askerlik kararı alınmış, 50 yaşında ve hasta olan Nâzım
Hikmet çok zor durumda kalmıştır. Öldürülmekten korkan şair,
kendisine hayran olan Refik Erduran (sonranın ünlü oyun yazarı ve
gazetecisi)'ın önerisini kabul etmiş, onun yardımıyla bir motorla
Karadeniz'de seyreden Romanya bandıralı bir gemiye binerek
Türkiye'den ayrılmıştır.
Nâzım Hikmet, Moskova'da ölmüştür. (3 Haziran 1963).
YAZIN YAŞAMI
Nâzım Hikmet, hece vezniyle yazdığı ilk şiirlerini Yeni Mecmua, İnci,
Ümit ve Celal Sahir (Erozan)'ın çıkardığı Birinci Kitap, İkinci
Kitap vb. dergilerinde yayımlamıştır. "Bir Dakika" adlı şiiriyle
Alemdar gazetesinin açtığı yarışmada birincilik kazanmıştır (1920).
Daha sonra Aydınlık, Resimli Ay, Hareket, Resimli Herşey, Her Ay
gibi dergilerde yazan Nâzım Hikmet cezaevine girdikten sonra
yıllarca yayın yapamamıştır. Ancak, 1940'lı yıllarda, Yeni Edebiyat,
Ses, Gün, Yürüyüş, Yığın, Baştan, Barış gibi toplumcu dergilerde
İbrahim Sabri, Mazhar Lütfi takma adlarıyla ya da
imzasız olarak bazı şiirleri çıkmıştır. Kuvâyı Milliye Destanı
İzmir'de Havadis gazetesinde tefrika edilmiştir (1949). Destanı Yön
dergisi yayınlayarak (1965) Nâzım Hikmet'i yeniden okurlara
ulaştırmış, şairin yapıtına konan çemberi kırmıştır.
YAPITLARI
ŞİİR:
835 Satır (1929), Jokond ile Si-Ya-U (1929), Varan 3 (1930), 1+1=1
(1930-Nail V. ile), Sesini Kaybeden Şehir (1931), Benerci Kendini
Niçin Öldürdü (1932), Gece Gelen Telgraf (1932), Taranta Babu'ya
Mektuplar (1935), Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936),
Kurtuluş Savaşı Destanı (1965), Saat 21-22 Şiirleri (1965-Bas. Haz.
M.Fuat), Memleketimden İnsan Manzaraları (1966-1967-Bas. Haz. M.Fuat,
5 Cilt), Rubailer (1966-Bas. Haz. M. Fuat), Dört Hapishaneden
(1966-Bas. Haz. M.Fuat), Yeni Şiirler (1966-Bas. Haz. Dost Yayınevi),
Son Şiirleri (Bas. Haz. Habora Kitabevi), Tüm Eserleri (1980-Bas.
Haz. A. Bezirci, 8 Cilt).
OYUN:
Kafatası (1943), Bir Ölü Evi Yahut Merhumun Hanesi (1932), Unutulan
Adam (1935), İnek (1965), Ferhat ile Şirin (1965), Enayi (1965),
Sabahat (1966), Yusuf ile Menofis (1967), İvan İvanoviç Var mıydı,
Yok muydu (1985).
ROMAN:
Kan Konuşmaz (1965), Yeşil Elmalar (1965), Yaşamak Güzel Şey Be
Kardeşim (1966).
YAZILAR:
İt Ürür Kervan Yürür (1936-Orhan Selim takma adıyla), Alman Faşizmi
ve Irkçılığı (1936), Milli Gurur (1936), Sovyet Demokrasisi (1936).
MEKTUPLAR:
Kemal Tahir'e Hapishaneden Mektuplar (1968), Cezaevinden Memet
Fuat'a Mektuplar (1968), Bursa Cezaevinden Vâ-Nû'lara Mektuplar
(1970), Nâzım'ın Bilinmeyen Mektupları (1986-Adalet Cimcoz'la
Mektuplar, Haz. Ş. Kurdakul), Piraye'ye Mektuplar (1988).
MASAL:
La Fontaine'den Masallar (1949-Ahmet Oğuz Saruhan adıyla), Sevdalı
Bulut (1967).
Eserlerinden Örnekler
SANATI
Şiire çok küçükken başlayan Nâzım Hikmet, ilk şiirini 3 Temmuz 1913
tarihinde, henüz 11 yaşında iken yazmıştır: "Feryâd-ı Vatan". Bu
şiir, Balkan Savaşı yengisini ve düşmanın Çatalca'ya kadar
ilerlemesini konu edinen bir şiirdir. Nâzım Hikmet'in 1913-1920
yılları arasında yazdığı şiirlerde çoğunlukla bireysel konuların
işlendiğini belirten Asım Bezirci, özellikle aşk teminin ağır
bastığını ve "melankolik hava" taşıdıklarını yazmaktadır.
Şairin ilk gençlik şiirlerinden bazılarını Bahriye Mektebi'nde
öğretmeni olan ve annesi Celile Hanım'a yakınlık duyan Yahya
Kemal'in düzelttiğini Vâ-Nû belirtmektedir. Şairin yayımlanan ilk
şiiri 3 Teşrinievvel 1918 tarihli Yeni Mecmua'da Mehmet Nâzım
imzasıyla çıkan "Hâlâ Servilerde Ağlıyorlar mı?"dır. Bu şiir, aynı
ad ve imza ile sonradan Ümid dergisinde de yayımlanmıştır. Yahya
Kemal tarafından düzeltilen bu şiir şöyledir: "Bir inilti duydum
serviliklerde/Dedim ki: Burada da ağlayan var mı?/Yoksa tek başına
bu kuytu yerde/Eski bir sevgiyi anan rüzgâr mı?"/ "Hayat inerken
siyah örtüler/Umardım ki artık ölenler güler/Yoksa hayatında sevmiş
ölüler/Hâlâ servilerde ağlıyorlar mı?"
Bir nokta belirtilmelidir: Nâzım Hikmet'in ilk şiirlerinde, Osmanlı
İmparatorluğu'nun gerilemesinden, uğradığı savaş yenilgilerinden
kaynaklandığı açık olan ulusal duygular da önemli yer tutmaktadır.
"Kırk Haramilerin Esiri" ile "Yaralı Hayalet" bunların en güçlü
örnekleridir. Teşrinievvel 1336 (1920) tarihli Yedinci Kitap'ta
yayımlanan "Yaralı Hayalet" şu dizelerle başlamaktadır: "Bir gece
bir odada dört arkadaş toplandık/bir uzak rüya olan geçmiş günleri
andık/Gözlerimiz yaşlıydı, gönüllerimiz mahzun/Hepimiz memleketten
konuştuk uzun uzun". Daha aşağıda şu iki dize gelmektedir: "Çaldı,
tanburasından tarihin sesi geldi/Dağlara yaslanarak sanki Zeybek
yükseldi".
Yurt sevgisinin, tarihsel geçmişe bağlılığın yanısıra bu şiirlerde
şairin ustalaşmaya başladığı, vezni kullanmada zorlanmadığı ve daha
arı bir Türkçe'ye yöneldiği de görülmektedir.
YENİ BİR ŞİİRE DOĞRU
Nâzım Hikmet, Anadolu'ya geçtikten, bir yandan savaşın bir yandan da
halkın sorunlarıyla, o güne kadar yeterince farkına varamadığı
gerçeklerle karşılaştıktan sonra, hece ve aruz vezni ile
yetinemeyeceğini, yeni bir şiire, başka bir şiire gitmesi
gerektiğini anlamıştır: "Anadolu'ya geçtim. Millet sıska, nuhtan
kalma silâhı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu Yunan ordularına karşı.
Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim ve bütün
bunları yazmak gerektiğini sezdim. Şiirle yeni şeylerin, şimdiye
kadar söylenmemiş şeylerin ifade edilmesi gerektiğini sezdim. Bu
işte önce beni yeni öze göre yeni bir şekil bulmak meselesi
ilgilendirdi. İşe kafiyeden başladım. Kafiyeleri mısraların sonunda
değil de bir sonda bir başta denedim."
Nâzım Hikmet, Rusya'da yeni bir dünya görüşü edinmiş, olaylara,
insan ilişkilerine bakışı kökten değişmiştir. Şair artık, marksizme
bağlanmış, diyalektik ve tarihsel materyalizmi benimsemiştir. Ancak,
henüz eski kalıplardan da tümüyle kurtulabilmiş değildir. Örneğin,
1922 yılında Yeni Hayat dergisinde yayımlanan "Kitâb- Mukkades" adlı
şiiri, dinleri eleştirmekte, bu yanıyla da içerik dönüşümünü
sezdirmektedir. Bu şiirde hece vezninin aşılmasına yönelik bir çaba
da görülmektedir. Nâzım Hikmet şiiri 7 ve 14 heceli dizelerle
yazdığını söylemektedir: "Yaldızlı meşin kabı/Parçalanmış kitabı/Ay
altında dün gece/Deli bir derviş gibi/mumu sönmüş, rahlesi yere
devrilmiş gibi/Okudum
saatlerce."
MAYAKOVSKİ'NİN ŞİİRİYLE TANIŞMA
Yeni bir şiir kurmayı isteyen Nâzım Hikmet, Batum'da bir gazetede
Mayakovski'nin bir şiirini görmüş ve Rusça bilmediği için içeriğini
anlayamadığı bu şiirin biçimine çarpılmıştır. İlk serbest nazımla
yazılmış şiiri olan "Açların Gözbebekleri"nin öyküsünü şöyle
anlatmaktadır. Nâzım Hikmet: "Batum'dan Moskova'ya gelişte açlık
mıntıkasından geçtik. Gördüklerim üzerimde çok tesir etti. Fakat
böyle bir açlığın dahi inkılâbı yıkamayacağını haykırmak istedim.
Moskova'da hece vezniyle ve bu veznin çeşitli hece kombinezonlarıyla
açlığa dair bir şiir yazmak istedim, olmadı. O zaman Batum'daki
şiirin şekli geldi gözümün önüne. Bunun çok iyi tanıdığım Fransız
serbest vezni olamayacağına kanaat getirdim, bunun yepyeni bir şey
olduğuna ve şairin böyle dalgalar halinde düşündüğüne hükmettim ve 'Açların
Gözbebekleri'ni yazdım". Bu şiir değişik hurufat kullanımı, kırılmış
mısra düzeni ile çok farklı bir şiirdir.
Nâzım Hikmet'in doğrudan doğruya Mayakovski'nin şiirini taklit
ettiği yolundaki görüşler ortaya atılmışsa da bunların ciddiyeti
tartışmalıdır. Gerçi, bizzat Nâzım Hikmet Mayakovski'nin şiirini
gördüğünü bildirmektedir ama bu sadece görmek'ten ibarettir o
yıllarda. Şunları söylemektedir: "Başlangıçta hiçbir şey
anlamıyordum ondan, çünkü Rusçam kötüydü. Şimdi de tümüyle
anladığımı söyleyemem. Fakat basamak biçimindeki dizelerini taklit
ediyordum. Mayakovski'nin şiiriyle benimki arasında ortak yanlar:
İlkin, şiir ve düzyazı; ikincisi, çeşitli türler (lirik, yergisel vb)
arasındaki kopukluğun aşılması; üçüncüsü şiire siyasal dilin
sokulmasıdır. Bununla birlikte, farklı biçimler kullanıyoruz onunla.
Mayakovski öğretmenimdir, fakat onun gibi yazmıyorum ben".
Kemal Tahir'e gönderdiği bir mektubunda ise daha da ilginç şeyler
yazmaktadır: "Mayakovski'nin 940 senesinde neşredilen ve bir tek
ciltte toplanan şiirleri elime geçti. Okuyorum. Sana bir itirafta
bulunayım, aramızda kalsın, Mayakovski ile yeni tanışıyorum. Yani
kendi ağzından dinlediğim bir iki şiiri müstesna, matbu şiirlerini
ilk defa okuyorum. Sanat meseleleri hakkındaki görüşleri ise, seni
maalesef temin ederim ki ilk defa manzurum oluyor. Fakat, aynı
şartların aynı düşünceleri yaratması kaidesi kaba hattında burada da
tahakkuk etti. Mayakovski ile aynı işi yapmışız. Tabii o bir çok
hususlarda bu işi benden iyi yapmış, fakat tevazua lüzum yok, bazı
hususlarda da, yani işin ben daha iyisini yapmışım. Bu böyle".
ÜÇ TELLİ SAZ'DAN ORKESTRAYA
Nâzım Hikmet, Rusya'dan Türkiye'ye döndükten sonra yayımladığı ilk
kitabı 835 Satır'la (1929) gerçekten de modernist bir şiir kurduğunu
kanıtlar. Bu kitaptaki şiirlerde Rus fütüristlerinin,
konsrüktivistlerinin etkileri bulunduğu açıktır. "San'at Telakkisi"
şiirinde bu etki hemen görülmektedir: "benim/şiirime ilham veren
perimin/omuzlarında açılan kanat/asma köpürlerimin/demir
putrellerindendir" /-"Dinlenir/dinlenmez değil/bülbülün güle
feryatları/Fakat asıl/benim anladığım dil/Bakır, demir, tahta, kemik
ve kirişlerle çalınan/Bethoven'in sonatları"/-"Ben değişmem/en
halusüddem/arap atına/saatte 110 kilometrelik sür'atini/demir
raylarda koşan/demir beygirimin".
Teknoloji ve hız hayranlığı, duyarlığın dışlanması, kentin
karmaşasının ve kalabalığın övülmesi gibi fütürist sanatın temel
özellikleri "Orkestra" şiirinde de savunulmaktadır: "Bana bak/Hey!/Avanak/Üç
telinde üç sıska bülbül öten/Üç telli saz/Dağlarla dalgalarla
kütleleri/ileri/atlamaz"/-"Üç telli saz/yatağını değiştirmek isteyen/nehirlerden/köylerden,
şehirlerden/aldığı hızla/milyonlarla ağzı/bir
tek/ağızla/güldüremez/Ağlatamaz"/-"Hey!/Hey!/Dağlarla dalgalarla,
dağ gibi dalgalarla dalga gibi/dağ-lar-la/başladı orkestram!/Hey!/Hey!/Ağır
sesli çekiçler/sağır/örslerin kulağına/Hay-kır-dı/Sabanlar güleşiyor
tarlalarla/tarlalarla/Coştu çalgıcı başı/esiyor orkestram/dağlarla
dalgalarla, dağ gibi dalgalarla, dalga gibi/ dağ-lar-la".
Makine, daha kuşatıcı bir sözcükle söylersem teknoloji hayranlığı "Makinalaşmak"
şiirinde belirtilmektedir: "trrrrrum/trrrrrrum/trrrrrum!/trak tiki
tak!/Makinalaşmak/istiyorum"/-"Mutlak buna bir çare bulacağım/ve ben
ancak bahtiyar olacağım/karnıma bir türbin oturtup/kuyruğuma çift
uskuru taktığım gün".
Nâzım Hikmet'in bu dönem şiirlerinin biçimsel özellikleri birkaç alt
başlık altında toplanabilir:
1- Görsel Özellikler: Nâzım geleneksel dize yapısını kökünden
yıkmıştır. Şiirler basamaklandırılmış bir düzen gösterirler.
Sözcükler ortalarından kesilmekte, kimi zaman tek heceye
indirgenmektedir.
Şair, şiirlerin kimi bölümlerini büyük harf yazmakta, değişik
hurufat ve punto kullanmaktadır. Bu yüzden sayfa düzeni kendi başına
bir yapı olarak belirlemektedir. Sözcükler, harfler, satırlarla
neredeyse bağımsız bir varlık kazanmıştır sayfa. Şiirin anlamından
çok görüşü/biçimi öne çıkarılmaktadır.
Ancak bir nokta özellikle vurgulanmalıdır: Nâzım Hikmet görsel
öğeleri, salt oyun olsun diye kullanmamaktadır. Şiirin kurgusu her
zaman öze göre ayarlanmıştır: Çünkü Nâzım'ın yazın anlayışı en yalın
ifadesini "öz biçimi belirler" ilkesinde bulmaktadır. Bu yüzden
örneğin "Makinalaşmak" şiirinin biçimi de seçilen sözcükler de hep
içeriğe göre seçilmişlerdir. Trrrum, trak, tiki tak sözcükleri
mekanik sesi yakalamaya yöneliktir. Aynı yöntemleri belli ölçüde
kullanmış olan Ercümend Behzad'la arasındaki en büyük fark bu
noktada gözlenebilir. Çünkü Ercümend Behzad, biçim/içerik
birlikteliğini yeterince sağlayamadığından şiiri ya içerik ya da
biçim düzeyinde açık düşer hep. Ayrıca daha sonra değineceğim gibi,
Nâzım Hikmet şiirine bir doğrultu vermeyi başarır, oysa Ercümend
Behzad'ın şiirinin
bir doğrultusu yoktur. Şair deneyinin sonunda hiçbir şey bulmaz;
herşey hep Gizil güç halindedir o şiirde.
2- Sessel Özellikler: Nâzım Hikmet'in 1929-1932 dönemi şiirleri,
kendisinin de vurguladığı üzere, büyük ölçüde sözcüğün gerçek
anlamında orkestrasyona dayanan ürünlerdir. Dizelerin uzunluğu/kısalığı,
sözcüklerin kırılma biçimleri, kafiyelerin seçimi, yinelemeler aruz
ve hece ölçülerinin kullanımı tümüyle çok sesli bir müzik parçasının
melodik yapısını yansıtmaktadır. "Salkım söğüt" şiiri şu dizelerle
başlamaktadır: "Akıyordu su/gösterip aynasında söğüt ağaçların/Salkımsöğütler
yıkıyordu suda saçlarını/Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere/koşuyordu
kızıl atlılar güneşin battığı yere/Birden/bire kuş gibi/vurulmuş
gibi/kanadından/yaralı bir atlı yuvarlandı atından". Düşen atlı ile
uzaklaşıp giden atlılar arasındaki karşıtlığı vurgulamak için Nâzım
Hikmet, bu kez şöyle bir yapı kurmaktadır: "Nal sesleri sönüyor
perde perde/atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde"/-"Atlılar
atlılar kızıl atlılar/atları rüzgâr kanatlılar/Atları rüzgâr kanat/Atları
rüzgâr/Atları/At..."/-"Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat".
Ölümü somutlayan "at" sözcüğü ile ardından gelen dize, hem sessel
hem içeriksel açıdan tam birlik kurmaktadır bu bölümde.
Ayrıca hemen anımsatılmalıdır ki, Nâzım Hikmet'te görsel öğelerle
sessel öğeler Hep bir arada, bütünü, yapıyı belirginleştirmek
amacıyla kullanılmakta, aralarında denge kurulmaktadır. "Bahri Hazer"
şiirini ele alalım: Burada, batmak üzere olan bir kayık ve
dalgalarla savaşan kayıkçı betimlenmektedir. Bu şiir, ayrıca Nâzım
Hikmet'in, Memleketimden İnsan Manzaraları adlı başyapıtında da
kullandığı sinematografik yöntemin yetkin bir ilk örneğini de
oluşturmaktadır. Üstelik sesli sinemanın. Çünkü burada görüntü sesle
tam bir bütünlük göstermektedir. Nâzım Hikmet'in serbest nazmı ve
görsel ve sessel etkileri ve olanakları açısından götürdüğü yerle
Ercümend Behzad'ın
götürdüğü yer arasındaki uzaklık, tartışmaya yer bırakmayacak
şekilde görülmektedir. Bu konuda Ercümend Behzad'ın iddiaları ne
olursa olsun.
3- Karışık Teknikler: Nâzım Hikmet'ten bir alıntı: "Şiir, roman
hikâye vesaire gibi edebiyat şubelerini
yekdiğerinden, nisbî olarak ayıran şey, şekliden ziyade muhteva,
hava, derinlik, mikyas farkı, velhasıl/fikir ve his sahasında
gördükleri iştir.(...) Şehrin şiiri olan yeni şiirin terkibi ve
tekniği daha mürekkep olmuştur". Aynı içeriği, olayı şiirin de
romanın da ele alabileceğini belirten ve şiirin kuruluşunun daha
karmaşık duruma geldiğini belirten Nâzım Hikmet, kendi şiirinin
yapısı konusunda da şunları söylemektedir: "Hem melodi hem armoni.
Hem kafiye hem kafiyesizlik, hem 'mısraı berceste' hem 'kül'. Hem
solo keman hem orkestra. Yani bütün mürekkepliği ve hareketi ile,
mazisi, hali ve istikbali ile realiteyi ve o realite içindeki faal
insanı 'iç' ve 'dış' aleminde aksettirmesi lâzım gelen şiire uygun
dinamik şekil ve ölçüler".
Görüldüğü gibi gerçekliği geçmiş, şimdi ve gelecek boyutunda vermeyi
öngören Nâzım Hikmet, daha ilk yapıtlarından itibaren karışık
tekniklerden yararlanmıştır: Yani şiir ve düzyazıdan, oyun ve
senaryo biçiminden, roman kurgusundan. Örneğin Jokond ile Si-Ya-U'da
şair, "Paris Telsizinin Haberleri", "Muharririn Not Defterinden",
Jokond'un Not Defterinden gibi bölüm başlıkları kullanmış, Benerci
Kendini Niçin Öldürdü'de karşılıklı konuşmalara, düzyazı bölümlerine
yer vermiştir.
Bunlar, o tarihe kadar Türk şiirinde ne görülmüş ne düşünülmüş
uygulamalardır. Ahmet Haşim, şöyle demektedir 835 Satır dolayısıyla:
"Şair, müheykel bir şekil halinde semanın maviliğine karşı durmuş,
cidden tuhaf, fakat âhengi cidden emsalsiz bir garip âletin
tellerini söyletiyor. Nâzım Hikmet Bey tarzını kendisi icad etmedi,
bu biçimde şiirler şimdi dünyanın her tarafında yazılıyor. Nâzım
Hikmet bey bu tarzı anlamış, Türkçeleştirmiş, bu iklimin toprağında
tutturabilmiş büyük bir yeni şairimizdir". Yakup Kadri ise şunları
yazmaktadır: "835 Satır, Türk şiirindeki, hattâ Türk dilindeki
inkılâbın ilk satırıdır. Nâzım Hikmet tâ Aşık Paşa'dan beri
alıştığımız bütün nazım kaidelerin, vezin sistemlerini altüst ederek
ve Türk kamusunun hudutlarını kırıp geçerek yeleleri dimdik olmuş
şahlanan bir (Demir Beygir) üstünde sıcak ve acaip naralar atarak
koşuyor. O, yalnız Türk şiirinde yeni bir çığır açmış bir edebiyat
inkılâpçısı değil, hiç görmeye alışmadığımız bir şair tipidir".
Mayakovski ve Klebnikov gibi Rus fütüristlerinin, "şiiri;
1-metafizik soyutlamalardan kurtararak çağdaş hayatın sınai ve
politik gerçeklerini dile getirecek hale sokmak, 2-genel olarak 'güzel'
diye kabul edilmiş köhne çağrışımları, imajları, duyguları,
düşünceleri ve biçimleri terketmek, 3-kabuk bağlamış çağrışımlardan
sıyrılmış yepyeni bir dil yaratmak" gibi üç ana amacı olduğunu
belirten Selâhattin Hilâv, şunları yazmaktadır: "Nâzım Hikmet, çıkış
noktası bakımından, yirminci yüzyılın öncü sanat ve şiir akımları
içinde dolaylı olarak yer almaktadır. Sınırsız bir zenginlik taşıyan
eserinde, yüzyılımızın öncü şiir anlayışlarının belli bir yöne
açılmış ve aşılmış halde kaynaştığı görülür".
Anıt - Yapıt: Memleketimden İnsan Manzaraları
Nâzım Hikmet'in beş cilt halinde yayımlanan bu yapıtı, şiirinin
doruğunu oluşturmaktadır. Eski sekter tutumundan kopmakta olan Nâzım,
bu yapıtta Şeyh Bedreddin'in yayımlanmasından sonra kendisiyle
yapılan bir konuşmada açıkladığı hedefleri hemen hemen
gerçekleştirmiştir denebilir: "Ben şiirde realiteyi bütün
mürekkebliği, mazi, hal ve istikbal unsurları ile ve hareket halinde
veren bir realizme ulaşmak istiyorum. Bir çok yazılarımın realizmi
tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok defa fazla haykıran bir 'propaganda'
edası taşıyorlar. Cihanı görüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı
görüş ve anlayışını sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir
hayli değil".
Türkiye'nin belli bir tarih dönemindeki insansal/ toplumsal görünümü
ile bu özgül coğrafyayı da sarmalayan uluslar arası oluşumu
ilişkilendirerek vermeyi amaçlayan Nâzım, Manzaralar'ı haklı olarak
"kitap bir şiir kitabı değil" diye sunmakta ve "ben artık şiir
yazmayacağım" diyerek, bulduğu yeni yolun kendisini ne kadar
etkilediğini göstermektedir. Daha önceki çalışmalarında, Jokond,
Benerci, Taranta Babu ve Bedreddin'de gözlenen "şiir/nesir ikiliğini"
aştığını söyleyen Nâzım, kitabın şiir, düzyazı, tiyatro ve senaryo
öğelerinin "bu çok zıtlı unsurların vahdeti olduğunu" belirtmektedir.
O yıllarda, Aragon'un Paris Köylüsü gibi gerçeküstücü yazın içinde
gerçekten bir devrim yapmış sayılan kitabının düşümsel, kurgusal,
anlatısal sınırlarını bile aşan bu çokbiçimli, çok amaçlı ve çok
anlamlı yapıtıyla ilgili ön tasarısını şöyle açıklamaktadır Nâzım
Hikmet: "1) İstiyorum ki okuyucu 12.000 mısraı bitirdikten sonra
vıcık vıcık insan kaynaşan bir mahşerden geçmiş olsun, 2) İstiyorum
ki bu insan mahşerinin konkre ifadesi okuyucuyla muayyen bir
devirdeki, muhtelif sınıflara mensup Türkiye insanları vasıtasıyla
Türkiye'nin muayyen bir tarihi devredeki sosyal durumunu anlatsın,
3) İstiyorum ki ikinci planda, Türkiye cemiyetini çevreleyen dünya
durum muayyen bir devrede- anlaşılsın, 4) İstiyorum ki -nereden
gelip, nerede olduğunu, nereye gidildiği? Sualine, Sahamın içinde
azamî imkanlarla cevap verilsin"
Böylesine bir tasarının şiir aracılığıyla ya da salt şiirsel söylem
düzeyinde gerçekleştirilemeyeceği bellidir. Ama bu tasarının,
çokbiçimli bir teknik kullanması halinde bile şematizm tehlikesiyle
karşı karşıya kalabileceğini de belirten Nâzım Hikmet, bu kuşatıcı
plân çerçevesinde, öngördüğü gibi 300'e yakın birincil ve ikincil
düzeyde kişiyi, "bazıları sona kadar" olmak üzere "perdeye çıkarmayı"
öngörmüştür.
|
|